Irak Kürdistan’ı için bağımsızlık sınırı mı çiziliyor?

Diriliş Postası
Irak Kürdistan’ı için bağımsızlık sınırı mı çiziliyor?

IKBY’nin hendek kazma çalışması Irak’ta tartışmalı bölgeler olarak bilinen kentlerde yapılması bölgedeki Türkmen ve Arapları kızdırdı. Kürtler, birinci hedefin Peşmergenin bulunduğu bölgeleri terör örgütü DAEŞ’in saldırılarından korumak olduğunu söylüyor. Kürt yetkililer, IKBY Başkanı Mesud Barzani’nin bağımsızlık referandumu açıklaması üzerine bağımsızlığa giden adım olduğu söylentilerine karşılık, “Bağımsızlık için hendek kazmaya gerek yok” cevabını veriyor. Ancak Türkmen ve Araplar, IKBY’nin Irak anayasasına göre tartışmalı bölgeler olarak bilinen Musul, Kerkük, Salahaddin ve Diyala illerinin sınırlarını kapsayacak şekilde hendek kazma çalışması yürüttüğü ileri sürülüyor. Söz konusu hendeğin IKBY Başkanı Mesud Barzani’nin 2016’da startını vereceği tahmin edilen bağımsızlık için ön hazırlık olarak da yorumlanıyor.

Irak Anayasası’nda (140. Madde) tartışmalı bölge olarak söz edilen Musul ve ona bağlı Sehil Ninova, Şihan, Hamdaniyye, Tilkef, Zummar, Sincar, Kerkük ile Salahaddin vilayetine bağlı Tuzhurmatu, Diyala’ya bağlı Hanekin, Mendeli ve Bedre bölgelerini kapsıyor. Ancak söz konusu 140. madde Kürt, Türkmen ve Araplar arasında uygulamada yaşanan uyuşmazlıktan dolayı bu madde 2007 yılı sonunda yürürlükten düşmüştü.

AA’ya konuşan IKBY’nin Tartışmalı Bölgelerden Sorumlu Bakanı Nasrettin Sait, Irak Kürdistan hükümetinin tartışmalı bölgelerde hendek kazmasının iki nedeni olduğunu belirterek, “Birinci hedefin, terör örgütü DAEŞ’in Peşmerge cephelerine yönelik yaptığı bombalı saldırılardan korunmak. İkinci hedefin ise Irak merkezi hükümetin bu bölgeleri koruyamaması ve 140. maddeye göre tartışmalı bölgelerin sınırlarının çizilmesine yardımcı olmak. Fakat tartışmalı bölgelerin hepsi tam olarak Peşmerge güçlerinin kontrolünde değil. Bu yüzden bin kilometre boyunca hendek kazıldığı iddiaları doğru değil” değerlendirmesi yaptı.

Barzani’nin liderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) Başkanlık Konseyi Üyesi Ali Avni de “Hendekler tamamen bölgenin güvenliğini sağlamak ve DAEŞ’in saldırılarını engellemek için kazılmıştır” dedi.

Avni, olayın merkezi hükümet tarafından gereksizce büyütüldüğünü savunarak, şunları kaydetti:

“Eğer Bağdat bu bölgeleri koruyabilecek durumda olsaydı hendeklerin kazılmasına gerek kalmazdı. Bu hendeklerle Kürdistan’ın sınırlarının çizildiği iddiası gerçekleri yansıtmıyor Çünkü bir ülkenin sınır güvenliği hendeklerle korunmaz. Eğer bağımsızlık ilanı için atılacak ön bir adım olarak görülüyorsa da tamamen yanlış bir yaklaşımdır. Bunun ilanı için hendek kazılmasına da ihtiyaç yok.”

Türkmenler endişeli

Kerküklü Türkmen Milletvekili Hasan Turan, IKBY’nin hendek çalışmasına başladığını bölgedeki görgü tanıklarından duyduklarını belirterek, Türkmenler olanlardan büyük endişe duyduklarını ifade ederek, olayı “emrivaki siyaseti” olarak yorumladı.
Turan, hendek çalışmasının Irak-Suriye sınır bölgesi Rabia’dan başlayıp ülkenin doğusundaki Diyala’nın Hanekin ilçesine kadar uzadığını ileri sürerek, Irak Başbakanı Haydar el-İbadi’den konuyla ilgili haberi olup olmadığı yönünde açıklama istediklerini belirtti.

Türkmen bölgelerini ikiye bölüyor

Hendeğin tartışmalı bölgeleri kapsadığını hatırlatan Turan, “Bu hendek Türkmen bölgelerini ikiye böldüğü için endişeliyiz. Hendeğe dahil edilen bölgelerin yanında bazı yerler hendeğin dışında kalıyor.Hendek çalışması siyasi amaç ve hudut çizme girişimi olursa buna karşı dururuz” değerlendirmesinde bulundu.

Irak’ı üç bölgeye bölme planı

Iraklı Türkmen eski milletvekili Fevzi Ekrem ise, “Irak’ı Kürdistan, Şiistan ve Sünnistan diye üç ayrı yapıya bölmek için uluslararası plan var” diyerek, bunun Türkmen nüfusunun yoğun olarak bulunduğu tartışmalı bölgeler üzerinde hayata geçirilmek istendiğini savundu.
“Kürt bölgesi, bu adımla söz konusu bölgelerdeki petrol gelirinin tamamını hakimiyeti altına almak istiyor” diyen Ekrem, hendeği kazma işlevini Fransız bir şirketinin üstlendiğini öne sürdü.
Türkmenlerin IKBY ile Bağdat yönetimi arasında olası çekişme ve çatışmaların kurbanı olmak istemediklerini ifade eden Türkmen eski milletvekili Ekrem, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve dünyadaki insan hakları kuruluşlarına söz konusu çalışmanın durdurulması için çağrı yaparak, “2003’ten sonra Irak’taki siyasi sürecin en büyük kaybedeni Türkmenler oldu. Türkmenler, oynanan oyunlar karşısında kimlik, coğrafya ve tarihini kaybetti. Türkmenleri siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda bilinçli olarak dışlayan çevreler oldu” ifadelerini kullandı.
Konuyla ilgili açıklama yapan Salahaddin Türkmen Milletvekili, Casim Muhammed de, “Irak-Suriye sınırından başlayarak Ninova, Erbil, Kerkük, Salahaddin ve Diyala’da İran sınırına kadar uzanan Kürt hendeği, uluslararası sözleşmelere aykırıdır ve hendeğin kazıldığı bölgelerde yaşayan topluluklara karşı ihlaldir” dedi. Hendeğin 3 metre derinlik ve 3 metre genişliğe sahip olduğunu savunan Muhammed, IKBY’nin bunu Fransız bir şirketle sınırlarını çizmek için hayata geçirdiğini iddia etti.

İbadi, Kürtlerle yeni cephe açmak istemiyor

Irak Meclisi Savunma ve Güvenlik Komitesi üyesi Macid Garravi ise IKBY’nin ülkenin içinden geçtiği güvenlik durumu ve DAEŞ ile savaşı fırsat bilerek böyle bir hamleye kalkıştığını ifade etti. Garravi, İbadi hükümetinin DAEŞ ile savaşla meşgul olduğundan hendekten dolayı Kürtlerle yeni bir cephe açmayacağını sözlerine ekleyerek, bunu Kürtlerin büyük rüyası olduğunu öne sürdüğü “bağımsızlık” için sınırların çizilmesinin ön hazırlığı olduğunu söyledi.

Musul’un geri alınmasından sonraki süreç çok önemli

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) resmi internet sitesinde yapılan yazılı açıklamaya göre, IKBY Başkanı Mesut Barzani, Kürt bölgesindeki 36 başkonsolos ve ülke temsilcileri ile bir araya geldiği toplantıda, bölge halkının kötü bir süreçten geçtiğini belirtti. Bölge halkının geleceğine kendi karar vermesi gerektiğini vurgulayan Barzani, şunları kaydetti:

“Bize göre bölgedeki halkların kendi gelecekleri hakkında karar vermesi için birreferandum yapılarak bu şans tanınmalıdır ve çıkacak sonuca ise herkesin saygı göstermesi lazım. Referandum yapılması konusunda ısrarlıyız çünkü dünyanın Kürdistan halkının ne istediğini ve geleceği hakkında nasıl karar vereceğini bilmesi gerekiyor. Kürdistan halkının iradesinin yürürlüğe koyacak referandum ise müsait, barışçıl ve şiddetten uzak bir zamanda meydana gelecektir.”

fikir7.com
CİNN, İNS NEDİR | Fikir7.com|GencMümin|GencMümin islami Haberli Fikir Forumu|En güncel haberlerden ve Makalelerden|En güncel Fikirler|En güncel Yorumlar|Son dakika haber fikir forumu;

Bu ve buna benzer soruları ürettikçe üretetebiliriz.Kuranda ismine sure çıkarılan, ve bir çok ayette bir fiilken isme çevrilen CİN konusunu kuransal bakışla ele alalım…

“Cinn” sözcüğü Arapçadaki “cnn” devamla ”cenn” kökünden türemiş bir sözcük olup, asıl anlamı, “fiziksel algılamalarla algılanamayan” dır.

Cennehülleylü: gece onu örttü-sakladı.
Cennet: fiziksel algılamalarla algılanamayan şeylerin yeri, alemi, Toprağı ağaç yapraklarıyla saklanmış yer.

Cinnet: fiziksel algılamalarla algılanamayan akılsızlaşma, delirmek.

Cenin: fiziksel algılamalarla algılanamayan ana karnındaki varlık.

Cünnet: fiziksel algılamalarla algılanamayan koruma kalkanı, kişiyi oktan mızraktan sakladığı için bu ad verilmiştir.

Yukarıdaki CENN fiilinden türetilen kelimelerden de anlaşıldıgı üzere CENN (cinn) fiziksel algılamalarla algılanamayan, gizli, saklı olan herşeydir.

İlk insanlarda fiziksel algılamalarla algılanamayan bulaşıcı hastalıklara karşı, hastalık bilinemediği için önlemler alınamadıgı için hastalık MİKROP ve VİRÜSLERİNE de cin denilmiştir.

Yani günümüz için uyarlarsak, fiziksel algılamalarla algılanamayan h5n1 virüsü CİN,  o virüsü kapan kişi ise, fiziksel algılamalarla algılanamayan CİNLENMİŞ KİŞİ olur.

Kitab(Kur’an)da

Kul:

– ‘ Emre tabi fiziksel algılamalarla algılanamayan(cin)lardan bir kısmının, fiziksel algılamalarla algılanamayanların, algılanır hale gelmesıni istediler. ‘ dedi.

Bunun üzerine onlar:

– ‘ gerçektende biz,

tahmin edilen(acep)ler,

bilgilerden en yakın dogruları, en yakın dogrulardan da Kur’ a seçimi ile tek doğruyu tespit ederek, tek seçenek olarak üzerinde karar kılma sistem(Kur’an)lerinin mevcut olduklarını duyduk.’ dediler.(072 028 001)

ZARİYAT 051 060 056-060
MiM

CİNN ve İNSAN
fiziksel algılamalarla algılanamayan(cinn)ları ve

fiziksel algılamalarla algılanabilen(insan)ları, bana hizmet etmelerinin dışında olan başka bir amaç için yaratmadım. (051 060 056)

Ben, onlardan bir rızık istemiyorum.

Bana yedirip, doyurmalarını da istemiyorum. (051 060 057)

Muhakkak ki AllA;

rızık verendir,

güç ve

kuvvet sahibidir. (051 060 058)

İşte muhakkak ki zulmedenlerin nasibi, arkadaşlarının nasibi gibidir.

Artık Benden acele etmemi istemesinler. (051 060 059)

Bu durumda kendilerine verilen söz(vaad)den dolayı,

hak yiyerek, inkar eden(kâfir)lerin,

ameller sonrasındaki amel hesaplaşmasında,

vay haline! (051 060 060)

Yukardaki ayetleri Muhammedilerin nasıl meallendirdiklerine bakarak, cin konusunun muhammediler tarafından nasılda putperestlik için, alet olarak kullanıldığınıda farketmek o kadar zor değil.

CiNN 072 028 001-015
MiM

Kul:

– ‘ Emre tabi fiziksel algılamalarla algılanamayan(cin)lardan bir kısmının, fiziksel algılamalarla algılanamayanların, algılanır hale gelmesıni istediler. ‘ dedi.

Bunun üzerine onlar:

– ‘ gerçektende biz,

tahmin edilen(acep)ler,

bilgilerden en yakın dogruları, en yakın dogrulardan da Kur’ a seçimi ile tek doğruyu tespit ederek, tek seçenek olarak üzerinde karar kılma sistemlerinin mevcut olduklarını duyduk.’ dediler.(072 028 001)

– ‘ muktedir olma olgunluğuna ulaştıracağından, bundan sonra biz Rabbimize hiç kimseyi asla ortak koşma(şirk)mayı kabul(amenna) edeceğiz..’ (072 028 002)

çünkü Rabbimizin şanı yücedir:

O, kendisine;
ne bir eş,

ne de bir çocuk edinmiştir! (072 028 003)

Ve bizlerden akletmekten yoksun, ahmak olanlarımız, AllA’ a karşı, AllA hakkında akla, mantığa uymayan yanlış şeyler söylüyordu, (072 028 004)

«Gerçek biz;

fiziksel algılamalarla algılanabilen  insan(İNS)ı,

fiziksel algılamalarla algılanamayan(CİNN)i, AllA’a karşı asla yalan söylemez, sanmıştık.» (072 028 005)

Doğrusu bazı fiziksel algılamalarla algılanabilen(insan)lerin,

fiziksel algılamalarla algılanamayan(cinn)lara sığındıkları olurdu ve bunlar yalnızca onların azmalarını arttırdı. (072 028 006)

O kadar ki, sizin düşündüğünüz gibi, onlar da AllA’ ın hiç kimseyi  asla  göndermeyeceğini düşünmeye başladılar. (072 028 007)

ve gerçekten biz, yoklamak amacı ile yüzeyi ile temasa geçtiğimizde onu koruyucuların yakıcı ışınları ile kaplanmış olarak bulduk. (072 028 008)

” Ve gerçekten biz algılayabilmek için, bize verilen kurallara uyarak yerlerimizde yaşıyorken, algılamak isteyenlerin hepsi, şimdi kendilerini takib eden bir ışık bulur” 072 028 009

– «Doğrusu biz yeryüzündeki muktedir olma olgunluğunda olanlara Rableri tarafından;

* şer mi,
* yoksa hayır mı istenmiştir, bilmiyoruz,» 072 028 010

«Şu da bir gerçek ki, bizden
* bazıları dosdogru(hak yemeyen) olan barışçılar oldugu halde,

* bazılarımız da bunun aşağısında kaldılar.

Biz her zaman birbirinden çok farklı yollara girip, çeşitli yollara ayrılmışız.».072 028 011

Ve sonunda anladık ki, yeryüzünde yaşarken;

* AllA’a asla üstün gelemeyiz ve
* kaçarak da O’nun hükmünden kurtulamayız. 072 028 012

– « Ve gerçekten biz yanlıştan doğruyu ayırd edebilme(huda)yi algıladıktan sonra, Rabbine iman edenin, artık bundan sonra

hakkının eksiksiz verileceğinden ve

zulme uğratılacağından korkmaması gerektiğini kabul ettik. .» 072 028 013

«Neticede içimizde kendilerini;

* AllA’ a teslim eden(müslimun)ler bulunduğu gibi
* başkalarının haklarına kastedenlerde vardır.
Kendilerini AllA’a teslim edenler doğruyu yanlıştan ayırd etme bilincine ulaşanlardır.» 072 028 014

” fakat yaşam amellerinde başkalarının haklarına kastedenler ise cehenneme odun olmuşlardır.” 072 028 015

Yukardaki ayetleri Muhammedilerin nasıl meallendirdiklerine bakınız şimdi:

-Cin süresi olarak adlandırılan ve peygamberin VAHİYİNİ dinleyenler kimdi sorusunun cevabı asla metafiziksel cinler degildir.

Araplar kendilerinden olmayan herkese CİN (yabancı-bilinmeyen) ismini koyarlardı.

-Cin suresi 1-4 arası adı anılan ve Meallerde CİN olarak geçenler (3 ile 10 arası) oldukları bildirilen CİNLER( yabancı), tüm tefsirlerde ve tarih kitaplarında ittifakla belirtildiği gibi, NUSAYBİN ’den veya YESRİB’ten (Medine’den), kimliklerini açığa vurmadan peygamberimizin yanına gizlice gelip Kur’an dinleyen ve imana gelen, sonra da kavimlerini uyarmak için geri dönen NUSAYBİN’li veya YESRİB’li (Medine’li) Yahudilerdir. “Cinn Gecesi Hadisi” olarak şöhret bulmuş olan bir rivayete göre de bu cinnler, peygamberimizle birlikte ateş yakmışlar, yemek yemişler ve peygamberimiz de cinnlerin izlerini başkalarına göstermiştir.

-Cin süresi olarak bilinen sürenin 6 ayetinde; insten (TANIYIP BİLDİKLERİMİZDEN-insan) bazı kimseler Cinden( tanıyıp bilmediklerimiz) bazı kimselere sıgınırdı der.

CİN ÇARPMASI yada CİN BULAŞMASI ruhsal bir hastalık veya korkuya yenik düşmedir. Bulgaristan’ da kilisede kalan bir kızın korkularına yenik düşüp kimlik özbenligini tanıyamadıgı herkesçe bilinir.ŞİZOFERİNİN ileri derecelerinde hastanın HALÜSİNAYONLAR gördügü ve olmayan varlıkları yada olayları gördügünü söyledigi tıbben bellidir.

‘CİNlerin insanlarla ilişkiye girdigi konusuna AKLI olan her insan güler.’ der Muhammediler ve bu olayın FİZİK KURALLARINA AYKIRI olduğunu iddia ederler.

AKLI olan her insan, bu realiteleri görmeyenlere güler. Bu OLAY FİZİK KURALLARINA DA AYKIRI DEĞİLDİR.

Halbuki Facebook gibi sanal alem kullanıcılarının, telefon kullanıcılarının, vıdeo kullanıcılarının, adını dahı bılmedıkleri ile cinsel ilişkide bulunan, orgazm olan, hatta ve hatta yalan hamileliğe yakalanan az insanda yoktur.  Mesela Facebook kullanıcıları CİNN ler olmasınlar sakın?

Sanal dediğimiz sakın CİNN olmasın?

‘Cinlerin istedigi türün şekline geçme olayı ise tamamen bir saçmalıktır..’ derler Muhammediler.

Cinlerin kendileri istedikleri türün şekline geçmezler ama yaradılanlar cinnleri istedikleri türün şekline geçirirler.

cin konusunun muhammediler tarafından nasılda putperestlik için, alet olarak kullanıldığınıda farketmek o kadar zor değil.

Keşke meallerden yararlanmadan önce meallerde parantez içerisinde olup, ayetlere eklenen Peygamber ve Muhammed kelimelerını ayetlere dahıl etmeden ayetleri algılayarak daha berrak anlayabilseydi Muhammediler.

yalanyazantarihutansinn.org
Mason Komutanlar

Araştırmacı yazar Süleyman Yeşilyurt piyasaya sürülen 18. eseri ile bir daha kara tülleri kaldırmış. Hem Yeşilyurt’a, hem de kitabın tanıtımını yaptığım için bana kızacakların varlığından şüphem yok. Ne yapsaydık ya?Kökü dışarıda, dalları üzerimize düşen yabani ağaçları tanımasaydık, tanıtmasaydık, gözlerimizi yumsaydık daha mı iyi olacaktı? Ülkemizi örümcek ağı gibi sarmış “Mason Locaları”nı isim isim saymış Yeşilyurt. Bunun artık gizleneceği kalmamış. Ta Osmanlı’nın hasta adamlık günlerinden zamanımıza kadar isimler resmigeçit yapıyor.

Orgeneral Refik Tulga. 33. derece üstad mason.
Orgeneral Eşref Manas. Üstad Mason-Erenler Locası.
Korgeneral Selahattin Tokay. Sebataist ve Bilderberg üyesi.
Korgeneral Şefik Erensü. Üstad Mason-Erenler Locası.
Tümgeneral Prof.Dr. S. Tahsin Aygün. Büyük Loca kurucusu.
Tümamiral Necdet Tiryaki. 33. derece Üstad Mason.
Tümgeneral Zeki Belgin. Ankara İnanış Locası.
Tümgeneral Necmi Ökten. Ankara Yıldız Locası.
Tuğgeneral Prof. Dr. Kamil Sokullu. Büyük Loca kurucusu.
Tuğgeneral Prof. Dr. Necip Berksan. 33. derece Üstad Mason.
Tuğgeneral Prof. Dr. Saim Bostancı. Bilderberg üyesi.
Tuğgeneral A. Kemal Sarıay. Suprem Konsey üyesi.
Tuğgeneral Alaaddin Mizanoğlu. Ankara İnanış Locası.
Tuğgeneral A. Remzi Yiğitgüden. 33. derece Üstad Mason.
Tuğgeneral İlker Güven. 33. derece Üstad Mason.
Kur. Albay N. Tahsin Erol. Büyük Loca kurucusu.
Kur. Albay Ertuğrul Alatlı. 33. derece Üstad Mason.

BÜYÜK-KULÜP-Cercle d’Orient üyeleri:

Bu kulübün üyelerini ve niçin kurdurulduğunu, kimlere hizmet götürdüklerini kitabı okuyunca öğreneceksiniz.

Oramiral Bülent Ulusu-Büyük Kulüp-Cercle d’Orient
Oramiral Nejat Tümer-Büyük Kulüp-Cercle d’Orient
Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu-Büyük Kulüp-Cercle d’Orient
Orgeneral Çevik Bir. Büyük Kulüp Balotaj Başkanı.
Orgeneral Necati Özgen. Büyük Kulüp Cercle d’Orient.
Orgeneral Yaşar Büyükanıt. Büyük Kulüp-Cercle d’Orient.
Orgeneral İlker Başbuğ. Büyük Kulüp Şeref Üyesi.

Büyük Kulüp Cercle d’Orient Yönetim Kurulu bir renkler cümbüşü sanki: Duran Akbulut-Yüksel Yalova-Tevfik Altınok-Atalay Şahinoğlu ve aklınıza getiremeyeceğiniz siyaset numuneleri.

Disiplin Kurulu da enteresan:

Mehmet Moğultay-Başkan-Tümamiral Nezih İşeri, Süleyman Demirel familyasının damadı ve CHP milletvekili İlhan Kesici, saymakla bitmeyecek diğer zevat. Meşhur sosyologlardan Ziya Gökalp’in de Mason olduğu kaydedilen kitapta çok şok edici isimler bulunmaktadır.

“Eee, bunlardan bize ne? Herkesin özel hayatına niçin gireceğiz? Bunlar doğru değil” diyenlere vereceğim cevap:

“Bu ülkenin insanlarını laiklik silahıyla vuran kimlerdi? Masonlar değiller miydi? Onlar ki Mustafa Kemal’in ‘zararlıdır’ diyerek kapattığı, vefatından sonra iktidara gelen İsmet İnönü’nün tekrar açılmasına müsaade ettiği bir bölücüler hareketidir.”

Halkımızın giyim-kuşamıyla, okuduğu Kur’an ile, ibadetiyle, kitaplarıyla, tarihiyle uğraşanlar kimlerdir? Yeter artık. Korkmanın hiçbir ahlaki getirisi yoktur. Önce şunu bilelim, Masonluk Türk karakterine, İslam ahlakına ters düşen bir görüştür. Yahudiler tarafından kurulmuş, dünyanın her yerine yayılmışlar. Bu tehlike bilinmeli.

(Abdurrahim Karakoç, Vakit, 2009-06-02)

habervaktim.com
Diyanet’in Ana Vazifeleri Nelerdir? – M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »

M. Şevket Eygi / Milli Gazete

DİYANET İşleri Başkanlığının belli başlı temel vazifeleri şunlardır:

1. Halkın ve bilhassa gençliğin imanını kurtarmak için çalışmak; Kur’ana Sünnete icmâya uygun olarak yoğun İman ve İslam hizmetleri yapmak.

2. Tashih-i itikad, yani iman edenlerin imanlarının, inanç bilgilerinin Kur’ana Sünnete uygun sahih=doğru inançlar olması için çalışmak.

3. Müslüman halkın beş vakit namazı cemaatle dosdoğru kılmasını sağlamak.

4. Bunun için camilere mihraplara namaz maaşlı kıldırma memurları değil, icazetli fakihler karizmatik zülcenaheyn imamlar geçirmek.

5. Halka ilmihalini doğru şekilde ve yeterli olarak öğretmek.

6. İslamın içini boşaltmaya yönelik light ve ılımlı İslam projesiyle ve bütün bid’at ve dalalet cereyanları ve hareketleri ile mücadele etmek.

7. Müslümanlara Ümmet birliği, İslam kardeşliği şuurunu ve zihniyetini aşılamak.

8. İmamet-i Kübra kurumunun ihyası için çalışmak.

9. İnsan haklarına aykırı olarak zulmen kapatılmış İslam Medreselerinin açılması için çalışmak.

10. Yine zulmen kapatılmış olan Tasavvuf tarikatlarının tekrar açılması, Meclis-i Meşayih’ın kontrolünde hizmet vermeleri için çalışmak.

11. Ehl-i Sünneti savunmak, bid’at ve dalalet fırkalarını red, cerh ve ibtal etmek.

12. Derin güçler Türkiye halkına Fazlurrahman dinini empoze etmek istiyor. Bu konuda halkı uyarmak.

13. Ölü bir mezhep iken hortlatılan bozuk Mutezile mezhebi ile mücadele etmek.

14. İbn Sebe’ ve Şah İsmail mezheblerinin yayılmasını engellemek.

15. Müslüman halkın İslam Kur’an Sünnet ile ahlaklanması için güçlü bir halk eğitimi sistemi kurmak.

16. İş, çalışma, ticaret, sanayi hayatını tanzim için Ahîlik teşkilatını, Fütüvvet ahlakını canlandırmak.

17. Büyük bir bela haline gelmiş israfı, saçıp savurmayı durdurmaya çalışmak.

18. Camileri İslam kültür, sanat ve eğitim merkezleri haline getirmek.

19. Büsbütün açık kadınların, sözde mesture Süslüman kadınların; Kur’ana, Sünnete, Şeriata, İslam ahlak ve iffetine uygun gerçek tesettüre girmelerini sağlamak için yoğun çalışma yapmak.

20. Karma eğitimle mücadele etmek.

21. Okullardaki aldatmaca din eğitiminin yerine gerçek İslam eğitimi verilmesini sağlamak.

22. Kadın ve kızların rahatsız edilmemesi, huzur ve haysiyet içinde yolculuk etmesi için toplu taşıma vasıtalarında kadınların ve erkeklerin yerlerinin ayrı olması için çalışmak.

23. Devletin resmî vesikalarıyla yapılan KDV’li seks köleliğinin kaldırılması için çalışmak.

24. Cuma gününün hafta tatili olması için çalışmak.

25. 1923 Cumhuriyetine dönülmesi için çalışmak.

26. Ayasofya’nın müze halinde tutulması zulmüne karşı çıkmak.

27. Müslümanların şifahî kırsal kesim kültüründen medenî İslam kültür ve medeniyetine geçmeleri için çalışmak.

28. Politikaya ve particiliğe karışmamak, ulvî dini süfliyata alet etmemek şartıyla alabildiğine din propagandası yapmak.

Ve bunlara benzer diğer konular, maddeler…

(İkinci yazı)

Cami Helasında Pisuvar Olmaz!

OKUR yazar, mürekkep yalamış bir Müslüman olarak mukaddes camilerimizdeki WC ticaretine iyi gözle bakmam mümkün değildir.

Vakıflar idaresinin cami WC’lerini ihale ile kiraya vermesini kınıyorum.

Cami bahçeleri ve avlularındaki ve binalarının altındaki WC reklamları son derece çirkin ve ayıptır.

Camilerimiz paralı WC’lerden, WC ticaretinden, WC reklamlarından kurtarılmalıdır.

Bu kafa ile gidilirse, ileride abdest alanlardan da para istenir diye korkuyorum.

Camilerin çoğunluğunun helalarına abdest tazelemek için gidilmiyor, çoğu bînamaz olan gelip geçenler kullanıyor.

Vatandaşın hela ihtiyacını belediyeler karşılamalıdır.

İstanbulda turistlerin çokça ziyaret ettiği veya işlek yol kenarlarındaki bazı camilerin WC’leri darphane gibi para kesiyor.

Bana inanmazsanız, birkaç camiye gidin ve avlu veya bahçedeki rezil ve sefil WC WC WC yaftalarına bakın.

Gebzede Mimar Sinan yapısı o harika, mimarlık şaheseri Çoban Mustafa Paşa camiinin nefis derz duvarlarına mermer pisuvarlar konduğunu öğrendim ve bunu yapanları çok ama çok ayıpladım.

İslam dini temizlik=taharet dinidir.

Namaz kılan bir Müslüman ayakta tebevvül etmez. Çünkü idrarı pantolonuna, iç çamaşırına bulaşabilir.

Bendeniz ayakta tebevvül eden bir imamın ardında cemaat olup namaz kılmam.

Cami helasına pisuvar koymak, en azından densizliktir.

Cami WC’leri derneğin kasasına para getiriyormuş… Medenî ve kültürlü bir Müslüman böyle sefil bahanelere iltifat etmez.

İslamda hela hizmeti diye dinî bir hizmet yoktur. WC ihtiyaçsa bunu başkaları yapsın.

Camide hela olacaksa, bunu abdest alıp namaz kılanlar kullansın. Ticarî maksatla kullanılmasın.

Kutsal camilerimiz tuvalet ticaretine âlet edilmesin.

haber7.com
Tevrat ve Kuran’a göre İsrail’in akibeti – Mehmet Ali BULUT – Haber7
Mehmet Ali BULUT , Haber7

Yazar Mehmet Ali Bulut, “Bugün, Tartan’ın Aşdod’a geldiği gündür. Bu, sonun başlangıcıdır. Bu gelişme tarihin akışı için bir işaret fişeğidir. Artık hüküm İsrail’in aleyhine olacaktır!” diyor.

İsrail amansız bir tutkuyla kendisine vaad edilen feci akibete doğru hızla yuvarlanıyor.

Demek ki yazgı böyle bir şey! Vakti gelince kendi ayaklarınla ölüm vadisine koşuyorsun…

Zaten ilahi bir yasadır, bir kavim helak edilmeyi hak ettiğinde, Allah mücrimlerden ve fasık sefihlerden basiretsiz idareciler verir. O idareciler onları yavaş yavaş helake götürür:

“Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz” (İsra, 16)

Maalesef çok geniş dünyevi imkanlara ve teknolojik bir üstünlüğü sahip olmalarından dolayı İsrailoğulları şımarmış durumdalar. Daha doğrusu onlar adına hareket eden siyonistler… Kimsenin gücü kendilerine yetmez sanıyorlar. Ve sanıyorlar ki, kendilerini denizden geçiren Rableri hala onlarla beraberdir. Oysa o gün onlar mazlum bir halk idiler. Bugün ise İsrail, Firavunlar Mısır’ı, Filistinliler ise o yurdun mazlum ‘İsrail oğulları’ olmuşlar…

Filistinlileri selamet sahiline çıkaracak ‘deniz yarılması’nın gerçekleşmesi de an meselesi… Onlar da tıpkı huyunu kaptıkları ve suyuna gittikleri Firavun (zaten Firavn güç ve kudret sahibi olmak demektir ki, bugün İsrail dünyanın bir numaralı güç ve kudrete sahibi ülkesidir)  ve ordusu gibi ilahi hışma doğru sürüklenip gidiyorlar.

Onları bekleyen ‘akıbet’, Tevrat’ın da belirttiği gibi topyekûn bir imhadır. ‘Gargat ağacı’ –ki mağaraların yani yerin altına saklanmış gizli ve acayip güçler demektir (bir tür manyetik yelektir ki giyene kurşun isabet etmiyor ve onu dijital taramalardan ve gözlerden saklıyor) inşallah ilerde onu biraz açacağım- bile onları kurtaramayacak…

* * *

Koştukları akıbet nasıl bir akıbet mi? İşte Tevrat’tan bir paragraf:

“Yehuda’da (Telaviv) bildirin ve Yeruşelim’de (Kudüs) işittirin ve deyin; Memlekette boru çalın; yüksek sesle bağırın. Ve deyin: Toplanın da duvarlı şehirlere girelim. Siyona doğru bayrak kaldırın; kaçıp sığının, durmayın; çünkü ben Şimalden (Kuzeyden) üzerinize büyük bela ve kırgın (katliam) getireceğim. İşte aslan sık ormanından çıktı. Ve ‘milletleri helak eden’ (cengâver) yola düştü; şehirlerin harap olsun ve onlarda oturan kalmasın diye senin diyarını viran etmek için yerinden çıktı”  (Yeremye Bab 4, Pargraf 3)

Şimdi de şu hadis-i şerife bakın:

“Öyle ki Yahudiler taşların ve ağaçların arkasına saklanacak ama ağaç ve taş dile gelerek ‘Ya Müslim! Ey Allah (c.c.) kulu! Gel, bak benim arkamda Yahudi var, buraya gizlendi, benim arkamda, gel onu cezalandır, diyecek. Sadece ‘gargat’ ağacı bunu söylemeyecek çünkü o Yahudi ağacıdır” buyruluyor. (Sahih-i Müslim, Kitab-ul Fiten H. 2239).

İşte hiçbir ikazı dinlemeyen, dünyayı takmayan İsrail’in akıbeti bu!

Peki bu akıbetin başlarına geleceğini kabul etsek bile, bunun şimdi olacağının garantisi ne?

Tevrat’ın şifresindeki açılımlar!

* * *

İsrail oğullarının, kıyamet kopmadan önce, kendilerine son defa verilen ‘iktidarı’ (devlet olma) şansını kötüye kullanacakları, bölgede fesat ve bozgunculuk çıkaracakları, sonuçta da tüm insanlığın onayı ile kozmik bir imhaya uğratılacakları haber veriliyor. Adeta, insanlığın, beşerin bünyesini sarmış kanserli hücrelerin temizlenmesi gibi insanlık vücudunun bu habis hücrelerden temizleneceği haber veriliyor.

Bu hem Tevrat, hem Kur’an, hem de hadis-i şeriflerce onaylanıyor. Onun ne zaman olacağını ise Tevrat’ın şifresi belirliyor.

Kur’an’ın ifadesiyle ‘ahiret vadi’ geldiğinde (İza cae va’dü’l-ahireti), İsrail oğullarının bir kere daha Nebukadnazar dönemindeki gibi topyekûn bir katliama uğrayacaklarını İsra Suresi’nde net ve açık bir şekilde haber veriyor.

Tabii ki burada asıl mesele, ‘ahretin va’di’ tabirinin, bir tarihle ilintilendirilmesidir. Yani onun bu dönemde ve bu zamanda olup olmadığını nereden bileceğiz?

Bu noktada da Tevrat’ın Şifresi adlı kitaptan net işaretler bulabiliyoruz:

Tevrat’ın şifrelerini çözmek için iki Rus matematik profesörü tarafından yapılmış bir hesaplama programına ‘günlerin sonu’ ifadesi verildiğinde (5756) 1996, ‘armageddon’ (insanlığın son büyük savaşı) kelimesi verildiğinde 2000, nihayet  ‘Kudüs eksenli atomik savaş’ ifadesi verildiğinde ise (5766) 2006 tarihine denk gelen rakamlar çıkmaktadır. İsrail’i helak edecek hadiselerin başlangıcı olarak 1996 yılı verilir. Sonra bu sürecin 2006’ya kadar değişik süreçlerde tırmanarak devam edeceğini ve 2012 yılı itibarıyla da düğmeye basılacağı zaman olarak ortaya çıkar…

Esasında bu akıbeti onlar bizden daha iyi biliyorlar. O yüzden de o büyük hadisenin (hadislerde geçen yevmü’l-melhame) öncesindeki olayların dizilişine müdahale ederek sonucu kendi lehlerine çevirmeye çalışıyorlar.

O büyük imha hareketi, üç sembolik şahsın (Muhammed (asv), -yani Müslüman Araplar – Musa (as), (yani Yahudiler), Nuh’un çocukları (yani Türkler) kavgası gibi aktarılmış. Hz. Muhammed (asv) ayette ismen değil ‘abd’ (=kul )olarak geçer. Çünkü o hadiselerin cereyan edeceği zamanda Araplar –bugün olduğu gibi- kendi adlarına konuşabilecek dirayette ve kabiliyette olmayacaklar. Musa (as) bir kere kendi adıyla, bir kere de Beni İsrail olarak geçer… Bu demektir ki Yahudiler kendi haklarını savunabilecekleri durumda oldukları halde ayrıca da yeryüzüne dağılmış çocuklarından yardım ve destek alacaklar.

Hz. Nuh ise kendisi olarak değil, zürriyetinden gelenlerle anılır. Nuh’un çocukları, şükretmeye çağırılırlar… Bu da demektir ki, Türkiye o hadiseye bulaşmamak için azami gayret sarf edecek ve etmeli. Ama neticenin belirlenmesinde asıl görevin ona verileceği ve şereften dolayı da şükür etmesi gerektiği vurgulanır. Sonra da o akıbetin nasıl gerçekleşeceği anlatılır.

Denilir ki size iki kere iktidar (devlet olma şansı) verdik. Bunların bikinicisi gerçekleşip de siz bozgunculukta haddi aşınca ( haddi aşmak; kendilerinden olan peygamber ve liderleri ve farklı inanan din kardeşlerini öldürmek demektir) biz de üzerinize acımasız kullarımız gönderdik. Güney Irak’ta kurulu Babil krallığı kuzeydeki İsrail devletini ve Kudüs’teki Süleyman mabedini yıktı, kuzey Irak’ta kurulu Ninova krallığı da Yehuda’yı yıkıp yok etti.

Ayet, İsrail oğullarına hitaben, diyor ki, “biz daha sonra sizi oğullar ve mal mülk ile destekleyeceğiz, sizi o bölgede nefer olarak çoğaltacağız ve siz, sizin devletinizi yıkanlardan intikam alacaksınız.” İşte bugünkü Irak’ın hali de o rövanşın alındığını gösteriyor.

Sonra diyor ki “ahiret vadi geldiğinde biz yine üzerinize acımasız kullar göndereceğiz. Yine mescide (Kudus yahut belki de yeniden inşa etmek için çabaladıkları Süleyman Mabedi’ne) girecekler ve bu kere öncekinden de beter cezalandırılacaksınız….” (İsra, 1-8)

Bu cezalandırmanın nasıl bir şey olacağının ipuçlarını da yine Tevrat veriyor.  Nitekim Tevrat’ın herhangi bir yerinde ‘atomik soykırım’ veya ‘dünya savaşı’ ifadesi geçiyorsa mutlaka Kudüs ile birlikte anılmaktadır. Çünkü Kudüs, ‘lanetli’ İsrail oğullarına haram kılınmıştır. Onları helak edecek ilahi gazap, onların Kudüs’ü yeniden ele geçirmeleri üzerine vaki olacak. İşaya’da Kudüs’ün adı Ariel diye isimlendirilmiş ve Ariel adı lanetlenmiştir. Şöyle ifade edilir: ‘Lanet olsun sana Ariel! Ey Davud’un yerleştiği şehir Ariel!”

Yeremya ise, Kudüs’ü, İsrail’in ‘boşadığı kadın’ diye tarif eder ve ona yeniden dönmesi kesinlikle haram kılar. Şöyle der Yeremya Bab 3, parağraf 1’de:

“Bir adam karısını boşar ve yanından gidip başka birisinin karısı olursa (Yani sizin elinizden çıkıp Müslümanların şehri olursa) adam olan o kadına bir daha döner mi? O diyar onlar için murdar ve haram olmaz mı?”

İşte İsrail Kudüs’ü işgal edip onu başkent haline getirmesiyle fitili ateşledi. Takdir edileni mukadder kıldı. Halbu ki bir daha oraya dönmeyecek yahut en azından Kudüs’ü istemeyecekti. Ve tabi bir de kendine ‘vekil’ edinmeyecekti.

O Kudüs’ü alıp başkent yapmakla boşadığı kadına döndü ve sırtını Amerika’ya dayamakla da Allah’tan başka vekil edinmiş oldu. Ardından da 1996’ya iki ay kala kendinden olan lideri öldürdü… bunlar sembolik işaretlerdir. Diğer tüm dünyevi olaylar ve hadiseler ise o takdirin tezahüründen ibaret…  Tabii sivil geminin Aşdod limanına çekilmesi de büyük bir işarettir ki ‘Kuzey’den gelecek ‘Arslan’ın yerinden kalkıp harekete geçtiğini haber veriyor. ‘Tartan’ın Aşdod’a geliği yıl Aşur kralı (Anadolu’nun kralı) Sargon’un harekete geçtiği zaman olacaktır. İşaya, 20, 1)

Evet bugün artık, Tartan’ın (geminin) Aşdod’a (aşdod limanına) geldiği gündür. Bu, artık sonun başlangıcıdır.

Her bir hadisenin bir başlangıcı  vardır. Gayeleri çaresiz insanlara yardım etmek olan ve dünyanın tüm halklarından temsilcilerin bulunduğu bir topluluğu taşıyan sivil bir geminin vurulup sonra da Aşdod limanına çekilmesi,  bir işaret fişeğidir… Artık hüküm İsrail’in aleyhine olacaktır!

* * *

Biz Türkiye’nin sabırlı  ve kararlı hareket etmesi gerektiğine inanıyoruz. Esasında bu o geminin yola çıkarılmasında ve İsrail’in o gemiyi -hem de kendi kara sularına bile girmeden- vurmasında ciddi planlar var. Bana gör ebu operasyon, Türkiye’nin yükselmekte ve parıldamakta olan yıldızını söndürmek amacı taşıyan çok katılımlı ve çok aktörlü bir planın eseridir. Türkiye’nin önünü çevirme planı… Bunun içinde İran dahil, hiç beklenmeyecek kadar çok faktörler ve aktörler bulunuyor olabilir…

Türkiye bütün bu ihtimalleri göz önünde bulundurmalı. Madem ki Türkiye’nin maksadı gerçek bir barış ortamı tesis etmektir, dikkatli hareket etmeli. Türkiye’nin bölgede barış ortamını sağlama planları içinde elbette İsrail de vardır ve olmalıdır. Yani komşuları ile sıfır problem diplomasisi yürüten Türkiye’nin İsrail ile kavgalı olması beklenmez!

Ama İsrail, sürekli Türkiye’nin dostane ve barışçı duruşunu bozmaya çalışıyor. Doğal olarak da bir gün muhatabının patlayacağını bilmesi lazım. Nitekim Yeremya, kuzeyden gelecek ‘kırgın’ı (yok edici yıkımı) izah ederken, Aşur kralı ve öfkeli Aslan tabirini kullanıyor. Bu her iki işaret de Anadolu’ya bakıyor… Kabalacı siyonistler bunu iyi bilirler.

* * *

Bu satırlar yazılırken, Başbakan’ın güvenlik bürokratlarıyla yaptığı toplantı da devam ediyordu.

Ne karar çıkarsa çıksın, inşallah milletin lehine olur. Türkiye’nin hali, Bedir Savaşı öncesindeki Müslümanların haline benziyor. Onların, maksadı, Kureyş’in, geliriyle savaş hazırlığı yapmayı planladığı kervanı vurup, onları bu maksadından alıkoymakta. Ama Cenab-ı Hakk’ın muradı başka idi. Kureyşlileri de hırsa o bölgeye sevk etti. Müslümanlar istemedikleri halde müşriklerle bir savaşa tutuştular. Sonunda da Kureyş’in hayat damarları kesildi. İnşallah Türkiye’nin alacağı tedbirler de İsrail’in şımarıklığının önünü kesir!

İşi nereye varacağını Allah bilir. Mevla görelim neyler/ Neylerse güzel eyler!

M. Ali Bulut – Haber 7
mabulut@gmail.com

haber7.com
Tevrat ve Kuran’a göre İsrail’in akibeti – Mehmet Ali BULUT – Haber7
Mehmet Ali BULUT , Haber7

Yazar Mehmet Ali Bulut, “Bugün, Tartan’ın Aşdod’a geldiği gündür. Bu, sonun başlangıcıdır. Bu gelişme tarihin akışı için bir işaret fişeğidir. Artık hüküm İsrail’in aleyhine olacaktır!” diyor.

İsrail amansız bir tutkuyla kendisine vaad edilen feci akibete doğru hızla yuvarlanıyor.

Demek ki yazgı böyle bir şey! Vakti gelince kendi ayaklarınla ölüm vadisine koşuyorsun…

Zaten ilahi bir yasadır, bir kavim helak edilmeyi hak ettiğinde, Allah mücrimlerden ve fasık sefihlerden basiretsiz idareciler verir. O idareciler onları yavaş yavaş helake götürür:

“Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz” (İsra, 16)

Maalesef çok geniş dünyevi imkanlara ve teknolojik bir üstünlüğü sahip olmalarından dolayı İsrailoğulları şımarmış durumdalar. Daha doğrusu onlar adına hareket eden siyonistler… Kimsenin gücü kendilerine yetmez sanıyorlar. Ve sanıyorlar ki, kendilerini denizden geçiren Rableri hala onlarla beraberdir. Oysa o gün onlar mazlum bir halk idiler. Bugün ise İsrail, Firavunlar Mısır’ı, Filistinliler ise o yurdun mazlum ‘İsrail oğulları’ olmuşlar…

Filistinlileri selamet sahiline çıkaracak ‘deniz yarılması’nın gerçekleşmesi de an meselesi… Onlar da tıpkı huyunu kaptıkları ve suyuna gittikleri Firavun (zaten Firavn güç ve kudret sahibi olmak demektir ki, bugün İsrail dünyanın bir numaralı güç ve kudrete sahibi ülkesidir)  ve ordusu gibi ilahi hışma doğru sürüklenip gidiyorlar.

Onları bekleyen ‘akıbet’, Tevrat’ın da belirttiği gibi topyekûn bir imhadır. ‘Gargat ağacı’ –ki mağaraların yani yerin altına saklanmış gizli ve acayip güçler demektir (bir tür manyetik yelektir ki giyene kurşun isabet etmiyor ve onu dijital taramalardan ve gözlerden saklıyor) inşallah ilerde onu biraz açacağım- bile onları kurtaramayacak…

* * *

Koştukları akıbet nasıl bir akıbet mi? İşte Tevrat’tan bir paragraf:

“Yehuda’da (Telaviv) bildirin ve Yeruşelim’de (Kudüs) işittirin ve deyin; Memlekette boru çalın; yüksek sesle bağırın. Ve deyin: Toplanın da duvarlı şehirlere girelim. Siyona doğru bayrak kaldırın; kaçıp sığının, durmayın; çünkü ben Şimalden (Kuzeyden) üzerinize büyük bela ve kırgın (katliam) getireceğim. İşte aslan sık ormanından çıktı. Ve ‘milletleri helak eden’ (cengâver) yola düştü; şehirlerin harap olsun ve onlarda oturan kalmasın diye senin diyarını viran etmek için yerinden çıktı”  (Yeremye Bab 4, Pargraf 3)

Şimdi de şu hadis-i şerife bakın:

“Öyle ki Yahudiler taşların ve ağaçların arkasına saklanacak ama ağaç ve taş dile gelerek ‘Ya Müslim! Ey Allah (c.c.) kulu! Gel, bak benim arkamda Yahudi var, buraya gizlendi, benim arkamda, gel onu cezalandır, diyecek. Sadece ‘gargat’ ağacı bunu söylemeyecek çünkü o Yahudi ağacıdır” buyruluyor. (Sahih-i Müslim, Kitab-ul Fiten H. 2239).

İşte hiçbir ikazı dinlemeyen, dünyayı takmayan İsrail’in akıbeti bu!

Peki bu akıbetin başlarına geleceğini kabul etsek bile, bunun şimdi olacağının garantisi ne?

Tevrat’ın şifresindeki açılımlar!

* * *

İsrail oğullarının, kıyamet kopmadan önce, kendilerine son defa verilen ‘iktidarı’ (devlet olma) şansını kötüye kullanacakları, bölgede fesat ve bozgunculuk çıkaracakları, sonuçta da tüm insanlığın onayı ile kozmik bir imhaya uğratılacakları haber veriliyor. Adeta, insanlığın, beşerin bünyesini sarmış kanserli hücrelerin temizlenmesi gibi insanlık vücudunun bu habis hücrelerden temizleneceği haber veriliyor.

Bu hem Tevrat, hem Kur’an, hem de hadis-i şeriflerce onaylanıyor. Onun ne zaman olacağını ise Tevrat’ın şifresi belirliyor.

Kur’an’ın ifadesiyle ‘ahiret vadi’ geldiğinde (İza cae va’dü’l-ahireti), İsrail oğullarının bir kere daha Nebukadnazar dönemindeki gibi topyekûn bir katliama uğrayacaklarını İsra Suresi’nde net ve açık bir şekilde haber veriyor.

Tabii ki burada asıl mesele, ‘ahretin va’di’ tabirinin, bir tarihle ilintilendirilmesidir. Yani onun bu dönemde ve bu zamanda olup olmadığını nereden bileceğiz?

Bu noktada da Tevrat’ın Şifresi adlı kitaptan net işaretler bulabiliyoruz:

Tevrat’ın şifrelerini çözmek için iki Rus matematik profesörü tarafından yapılmış bir hesaplama programına ‘günlerin sonu’ ifadesi verildiğinde (5756) 1996, ‘armageddon’ (insanlığın son büyük savaşı) kelimesi verildiğinde 2000, nihayet  ‘Kudüs eksenli atomik savaş’ ifadesi verildiğinde ise (5766) 2006 tarihine denk gelen rakamlar çıkmaktadır. İsrail’i helak edecek hadiselerin başlangıcı olarak 1996 yılı verilir. Sonra bu sürecin 2006’ya kadar değişik süreçlerde tırmanarak devam edeceğini ve 2012 yılı itibarıyla da düğmeye basılacağı zaman olarak ortaya çıkar…

Esasında bu akıbeti onlar bizden daha iyi biliyorlar. O yüzden de o büyük hadisenin (hadislerde geçen yevmü’l-melhame) öncesindeki olayların dizilişine müdahale ederek sonucu kendi lehlerine çevirmeye çalışıyorlar.

O büyük imha hareketi, üç sembolik şahsın (Muhammed (asv), -yani Müslüman Araplar – Musa (as), (yani Yahudiler), Nuh’un çocukları (yani Türkler) kavgası gibi aktarılmış. Hz. Muhammed (asv) ayette ismen değil ‘abd’ (=kul )olarak geçer. Çünkü o hadiselerin cereyan edeceği zamanda Araplar –bugün olduğu gibi- kendi adlarına konuşabilecek dirayette ve kabiliyette olmayacaklar. Musa (as) bir kere kendi adıyla, bir kere de Beni İsrail olarak geçer… Bu demektir ki Yahudiler kendi haklarını savunabilecekleri durumda oldukları halde ayrıca da yeryüzüne dağılmış çocuklarından yardım ve destek alacaklar.

Hz. Nuh ise kendisi olarak değil, zürriyetinden gelenlerle anılır. Nuh’un çocukları, şükretmeye çağırılırlar… Bu da demektir ki, Türkiye o hadiseye bulaşmamak için azami gayret sarf edecek ve etmeli. Ama neticenin belirlenmesinde asıl görevin ona verileceği ve şereften dolayı da şükür etmesi gerektiği vurgulanır. Sonra da o akıbetin nasıl gerçekleşeceği anlatılır.

Denilir ki size iki kere iktidar (devlet olma şansı) verdik. Bunların bikinicisi gerçekleşip de siz bozgunculukta haddi aşınca ( haddi aşmak; kendilerinden olan peygamber ve liderleri ve farklı inanan din kardeşlerini öldürmek demektir) biz de üzerinize acımasız kullarımız gönderdik. Güney Irak’ta kurulu Babil krallığı kuzeydeki İsrail devletini ve Kudüs’teki Süleyman mabedini yıktı, kuzey Irak’ta kurulu Ninova krallığı da Yehuda’yı yıkıp yok etti.

Ayet, İsrail oğullarına hitaben, diyor ki, “biz daha sonra sizi oğullar ve mal mülk ile destekleyeceğiz, sizi o bölgede nefer olarak çoğaltacağız ve siz, sizin devletinizi yıkanlardan intikam alacaksınız.” İşte bugünkü Irak’ın hali de o rövanşın alındığını gösteriyor.

Sonra diyor ki “ahiret vadi geldiğinde biz yine üzerinize acımasız kullar göndereceğiz. Yine mescide (Kudus yahut belki de yeniden inşa etmek için çabaladıkları Süleyman Mabedi’ne) girecekler ve bu kere öncekinden de beter cezalandırılacaksınız….” (İsra, 1-8)

Bu cezalandırmanın nasıl bir şey olacağının ipuçlarını da yine Tevrat veriyor.  Nitekim Tevrat’ın herhangi bir yerinde ‘atomik soykırım’ veya ‘dünya savaşı’ ifadesi geçiyorsa mutlaka Kudüs ile birlikte anılmaktadır. Çünkü Kudüs, ‘lanetli’ İsrail oğullarına haram kılınmıştır. Onları helak edecek ilahi gazap, onların Kudüs’ü yeniden ele geçirmeleri üzerine vaki olacak. İşaya’da Kudüs’ün adı Ariel diye isimlendirilmiş ve Ariel adı lanetlenmiştir. Şöyle ifade edilir: ‘Lanet olsun sana Ariel! Ey Davud’un yerleştiği şehir Ariel!”

Yeremya ise, Kudüs’ü, İsrail’in ‘boşadığı kadın’ diye tarif eder ve ona yeniden dönmesi kesinlikle haram kılar. Şöyle der Yeremya Bab 3, parağraf 1’de:

“Bir adam karısını boşar ve yanından gidip başka birisinin karısı olursa (Yani sizin elinizden çıkıp Müslümanların şehri olursa) adam olan o kadına bir daha döner mi? O diyar onlar için murdar ve haram olmaz mı?”

İşte İsrail Kudüs’ü işgal edip onu başkent haline getirmesiyle fitili ateşledi. Takdir edileni mukadder kıldı. Halbu ki bir daha oraya dönmeyecek yahut en azından Kudüs’ü istemeyecekti. Ve tabi bir de kendine ‘vekil’ edinmeyecekti.

O Kudüs’ü alıp başkent yapmakla boşadığı kadına döndü ve sırtını Amerika’ya dayamakla da Allah’tan başka vekil edinmiş oldu. Ardından da 1996’ya iki ay kala kendinden olan lideri öldürdü… bunlar sembolik işaretlerdir. Diğer tüm dünyevi olaylar ve hadiseler ise o takdirin tezahüründen ibaret…  Tabii sivil geminin Aşdod limanına çekilmesi de büyük bir işarettir ki ‘Kuzey’den gelecek ‘Arslan’ın yerinden kalkıp harekete geçtiğini haber veriyor. ‘Tartan’ın Aşdod’a geliği yıl Aşur kralı (Anadolu’nun kralı) Sargon’un harekete geçtiği zaman olacaktır. İşaya, 20, 1)

Evet bugün artık, Tartan’ın (geminin) Aşdod’a (aşdod limanına) geldiği gündür. Bu, artık sonun başlangıcıdır.

Her bir hadisenin bir başlangıcı  vardır. Gayeleri çaresiz insanlara yardım etmek olan ve dünyanın tüm halklarından temsilcilerin bulunduğu bir topluluğu taşıyan sivil bir geminin vurulup sonra da Aşdod limanına çekilmesi,  bir işaret fişeğidir… Artık hüküm İsrail’in aleyhine olacaktır!

* * *

Biz Türkiye’nin sabırlı  ve kararlı hareket etmesi gerektiğine inanıyoruz. Esasında bu o geminin yola çıkarılmasında ve İsrail’in o gemiyi -hem de kendi kara sularına bile girmeden- vurmasında ciddi planlar var. Bana gör ebu operasyon, Türkiye’nin yükselmekte ve parıldamakta olan yıldızını söndürmek amacı taşıyan çok katılımlı ve çok aktörlü bir planın eseridir. Türkiye’nin önünü çevirme planı… Bunun içinde İran dahil, hiç beklenmeyecek kadar çok faktörler ve aktörler bulunuyor olabilir…

Türkiye bütün bu ihtimalleri göz önünde bulundurmalı. Madem ki Türkiye’nin maksadı gerçek bir barış ortamı tesis etmektir, dikkatli hareket etmeli. Türkiye’nin bölgede barış ortamını sağlama planları içinde elbette İsrail de vardır ve olmalıdır. Yani komşuları ile sıfır problem diplomasisi yürüten Türkiye’nin İsrail ile kavgalı olması beklenmez!

Ama İsrail, sürekli Türkiye’nin dostane ve barışçı duruşunu bozmaya çalışıyor. Doğal olarak da bir gün muhatabının patlayacağını bilmesi lazım. Nitekim Yeremya, kuzeyden gelecek ‘kırgın’ı (yok edici yıkımı) izah ederken, Aşur kralı ve öfkeli Aslan tabirini kullanıyor. Bu her iki işaret de Anadolu’ya bakıyor… Kabalacı siyonistler bunu iyi bilirler.

* * *

Bu satırlar yazılırken, Başbakan’ın güvenlik bürokratlarıyla yaptığı toplantı da devam ediyordu.

Ne karar çıkarsa çıksın, inşallah milletin lehine olur. Türkiye’nin hali, Bedir Savaşı öncesindeki Müslümanların haline benziyor. Onların, maksadı, Kureyş’in, geliriyle savaş hazırlığı yapmayı planladığı kervanı vurup, onları bu maksadından alıkoymakta. Ama Cenab-ı Hakk’ın muradı başka idi. Kureyşlileri de hırsa o bölgeye sevk etti. Müslümanlar istemedikleri halde müşriklerle bir savaşa tutuştular. Sonunda da Kureyş’in hayat damarları kesildi. İnşallah Türkiye’nin alacağı tedbirler de İsrail’in şımarıklığının önünü kesir!

İşi nereye varacağını Allah bilir. Mevla görelim neyler/ Neylerse güzel eyler!

M. Ali Bulut – Haber 7
mabulut@gmail.com

Ahmet Yenilmez – Yeter artık!

Evet, Beyaz, sen Gezi Parkı ayaklanması ve darbe girişiminde de aynını yaptın. Programı iptal edip Gezi Parkı yağmasından pay kapmak için alana koştun. Sana ne diyeyim ki, sen o medya grubunun maaşlı elemanısın ve o medya grubunun zihniyetiyle davranmak zorundasın! (Oysa bildiğim kadarıyla sen bir polis evladısın.)
Gelelim sana Memati, gerçek ismiyle Gürkan Uygun! Sana en çok değer veren seni bir marka yapan o 3 yaşındaki Zehra bebeğin babası şehit Kayserili Musa Yüce ve hemşerim Nuh Özdemirler…
Ne diyeyim ki seni ve senin gibileri alıp marka değeri haline getiren samimi milli yapımcılara!
Ne diyeyim ki, bu milleti kesen baltanın sapı kendisinden!
Bunları unutma ve alkışlarını tasarruflu harca Gürkan Efendi! Deli Yürek filmindeki Bozo’nun sözünü hatırla “Bu milletin ekmeğini yiyip askerine kurşun sıkanlar gün gelir ekmeği yediği yerden kurşunu yemiştir ve yiyecektir!’’
Programın diğer konukları Tolgahan Sayışman, Murat Dalkılıç, Tüvana Türkay siz adı beyaz yüreği gölgelenmiş Beyaz’a uyup alkışlarken yanı başınızda teni kara ama yüreği beyaz ne olup bittiğinden habersiz şaşkın İbrahim Yattara’ dan da mı utanmadınız!
Milli eğitim Bakanımız Sayın Nabi Avcı hocam eğer bu Ayşe Çelik öğretmen ise görevine devam edecek mi?
İçişleri Bakanımız Sayın Efkan Ala Bey bu Memati’ler hala polis gecelerinde arzı endam edip itibar görüp bir de ücret alacaklar mı?
TRT Genel Müdürümüz Sayın Şenol Göka Bey bu şovmen ve artistler (!) hala TRT de dizilerinde arzı endam edecekler mi?
Son sözüm vergide, askerlikte akla gelen, evlatlarını şehit veren Kayserili, Ordulu… Kısaca tüm ülke insanıma; bu şovmenlere ve artist müsveddelerine daha ne kadar reyting yaptıracaksınız!
Yetmedi mi?
Yeter artık!

habervaktim.com
İslam’ın En Doğru Uygulaması – M. Şevket Eygi
Yazarın Tüm Yazıları »

M. Şevket Eygi / Milli Gazete

İslamın doğru yorumu olan Ehl-i Sünnet’in Arapçası, Hintçesi, Türkçesi, Malaycası olmaz. Sadece ve sadece, Ehl-i Sünnet uygulamalarında meşrep farkı olabilir.

Tarih boyunca Kur’ana, Sünnete en uygun İslam uygulaması, (Hulefa-i Râşidîn’den sonra) Osmanlı uygulaması olmuştur. Mekke Şâfiî reisü’l-uleması Ahmed Zeyni Dahlan, Fütuhat-ı İslamiye adlı kitabının Osmanlılar faslında böyle diyor.

Osmanlı cihan devleti, bir “Milletler Birliği” idi; Müslümanlar, ehl-i zimmet Yahudiler ve Hıristiyanlar birlikte barış içinde yaşıyorlardı.

Emevî sisteminde zaman zaman ırkçılık yapılmıştır ama Osmanlılar ırkçılık yapmamışlardır.

Abbasî halifeleri içinde Ehl-i Sünneti dışlayıp Mutezile mezhebini tutanlar, Ehl-i Sünnet imamlarını kırbaçlatanlar olmuştur ama Osmanlılar itikad bakımından daima Ehl-i Sünnet dairesi içinde bulunmuşlardır.

Resulullah Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) “İstanbul muhakkak feth olanacaktır…” hadisinde övdüğü kumandan, Fâtih Sultan Mehmed Han hazretleri Mâturidî idi.

Osmanlı zülcenaheyn idi. Yani Şeriatla tasavvufu, Şeriat asıl ve esas olmak üzere birlikte götürüyordu.

Osmanlıyı beğenmeyenlerin hallerini görüyoruz.

Osmanlı devleti ve Hilafeti yıkılmamış olsaydı Ortadoğu’da bugünkü perişanlık olmaz, Müslümanlar bugünkü ağlanacak acınacak duruma düşmezdi. Osmanlı devleti ayakta kalmış olsaydı, Filistin ve Kudüs Müslümanların elinden çıkar, orada Siyonist devlet kurulabilir miydi?

Osmanlı Hilafeti zamanında, o geniş coğrafyada bir tek İslam kadını bile başı açık, tesettürsüz gezmiyordu.

Osmanlı devletinde Rumeliden Yemene kadar uzanan bölgedeki şehirlere; Üskübe, Manastıra, Halebe, Bağdada, Şama, Beyrut’a Kudüse, Basraya, Ciddeye, Mekkeye, Medineye, Sana’aya, Trablusgarba ve daha nice bilad-ı islamiyeye pasaportsuz seyahat ediliyordu.

Osmanlı sultanları Hâdimü’l-Haremeyn, Hâdimü’l-Kur’an, Hâdimü’s-Şeria idiler.

Aksak Timur ve Rafizî Şah İsmail onları sırtından harçerlememiş olsaydı, Romayı da alırlardı, Viyanayı da…

Osmanlı devleti i’lâ-i Kelimetullah yapıyordu.

Rusların Özi şehrini alıp Müslümanları kılıçtan geçirdiklerini öğrenince Sultan birinci Abdülhamid derin bir ah çekerek yere yıkılmış ve bir müddet sonra kahrından ve üzüntüsünden ölmüştü.

Bütün Osmanlı padişahları içinde bir tek dinsiz çıkmamıştır.

Osmanlıyı beğenmeyen Arap Selefîlerinin ve aktivistlerinin hallerini görüyoruz.

Asr-ı Saadet-i geri getireceğiz edebiyatı yapıyorlar. Asr-ı Saadet aynen geri gelmez. Çünkü Asr-ı Saadet olması için Resulullahın (Salat ve selam olsun ona) olması gerekir.

Dünya Müslümanları kurtulmak istiyorlarsa, Osmanlı sistemine, devletine, hilafetine dönme çareleri aramalıdır.

Şeriata dönülecek… Abdülkadir Geylanî, İmam Rabbanî ve diğer büyüklerimizin temsil ettiği Tarikata dönülecek…

Kesinlykle ırkçılık, kavmiyetçilik yapılmayacak…

Osmanlı devletinin hataları olmamış mıdır? Olmuştur ama onun hataları İslam’a yükletilmez. Osmanlıda ne kadar fazilet ve meziyet varsa İslamdandır; ne kadar hatâ varsa İslam dışıdır.

Tekrar ediyorum, Osman sisteminin özellikleri şunlardır:

1. Ehl-i Sünnet Müslümanı olmak.

2. Kur’anı imam ve düstur olarak kabul etmek.

3. Şeriat-ı Garra-i Ahmediyyeyi uygulamak, onun dışına çıkmamak.

4. Ashabı ve Ehl-i Beyti sevmek.

5. Resulullahın Sünnetine bağlı olmak.

6. Şeriattan kıl kadar ayrılmamak şartıyla turuk-i sufiye faaliyetlerine imkan ve fırsat sağlamak.

7. İş, ticaret hayatında Kur’andan, Sünnetten çıkartılmış Fütüvvet ahlakını uygulamak.

8. İ’lâ-i Kelimetullah ve cihad fi sebilillah yapmak.

9. Irkçılık Arap Acem ayırımı yapmamak.

10. Kuruluş ve yükseliş devirlerinde emanetleri ehline vermek.

11. Yine kuruluş ve yükseliş devirlerinde adaletle hükm etmek.

Osmanlının son hakikî halifesi Sultan Abdülhamid-i Sâni rahimehullah hazretleri idi. Onun hizmetleri, büyüklüğü, dindarlığı aradan yüz sene geçtikten sonra daha iyi anlaşılıyor.

(İkinci yazı)

On Altı Temel Vazife

Müslümanların temel vazifeleri:

1. Taklidî imandan tahkiki imana yükselmek.

2. Tashih-i itikad.

3. Beş vakit namazı dosdoğru kılmak.

4. Erkek, mukim ve hür Müslümanların farz namazları, ehil imamların ardında cemaatle kılması. (Cemaati özürsüz olarak terk eden mânen köle statüsüne düşer, zelil olur.)

5. Zekatı Kur’ana, Sünnete, Şeriata, fıkha uygun olarak hakikî şahıslara temlik suretiyle dosdoğru tastamam vermek.

6. İslam ahlakı ile ahlaklı ve mütehalli (süslü) olmak.

7. Büyük günahları açıkça, açıkta, küstahça işlememek, fâsık-ı mütecâhir olmamak.

8. Beşikten mezara kadar faydalı ilim öğrenmek, öğrendiklerini hayatına uygulamak, ilmihalini mealen ezberlemek.

9. Çocuklarını iyi Müslüman, iyi insan olarak yetiştirmek.

10. Karılarını kızlarını tesettüre sokmak, hicaba riayet etmek, onların iffetli olmalarını sağlamak, hayâsızlıktan, fuhuştan zinadan, göz zinasından uzak durmak, hurmet-i müsahareye dikkat etmek. (Tesettür, hicab ve hürmet-i musahare nedir, lütfen bunların şer’î ve fıkhî ıstılah olarak mânalarını iyice öğreniniz. Sadece lügavî manalarını bilmek yeterli değildir.)

11. Gururdan., kibirden, kendini beğenmekten kaçınmak.

12. İman kardeşliğini korumak, kardeşlerini sevmek, onlara düşmanlık etmemek, onları desteklemek, onlara acımak.

13. Dine aykırı emirler vermemeleri şartıyla Müslüman ülü’l-emre itaat etmek.

14. Kâfirleri dost ve velî edinmemek.

15. Dünya vazifelerini ve işlerini yapar olduğu halde âhirete dönük olmak, büyük yolculuk için azık toplamak, hesaba kitaba hazırlanmak.

16. İyi insan, iyi Müslüman olmak için bütün vesile ve sebeplere tevessül etmek.

09.01.2016

habervaktim.com
Hadisler Ne Zaman Yazıldı? – Feyzullah Birışık
Yazarın Tüm Yazıları »

Allah’u Teâlâ insanların kurtuluşu için peygamber gönderip o peygamberini de vahiyle desteklemiştir… Allah resulü aleyhisselam okuma ve yazmayı bilmediği için sahabeleri arasında okuma yazma bilenler Allah’ın göndermiş olduğu vahiyleri derilere, taşlara kemiklere yazıyorlardı… Yani o dönemde kalem kullanıyordu…

Vahiy kâtipleri adı verilen bu sahabeler Kur’an ayetleriyle hadisleri karıştırmamaları adına resulullah aleyhisselam vahiy kâtiplerine hadisleri yazmalarını yasakladı… Bu yasak sadece vahiy kâtiplerine özeldi… Hadisleri yazmak isteyen yazmaya devam edecekti… Aşağıdaki hadisimim yazma yasağının belirli kişilere has olduğunu ispat ediyor;

İbn-u Amr İbni’l-As (radıyallahu anhuma) anlatıyor:

“Ben Resulullah (aleyhissalatu vesselâm)’dan işittiğim her şeyi yazıyordum. Kureyş bu işten beni men etti. Dediler ki: “Sen her (işittiğin) şeyi yazıyorsun, hâlbuki Resulullah (aleyhissalatu vesselâm) bir insandır, memnun ve öfkeli halde de konuşur.”

Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Sonra durumu Resulullah (aleyhissalatu vesselâm)’a anlattım. Parmağı ile ağzına işaret ederek:

“Yaz, nefsimi elinde tutan zata yemin olsun, ondan haktan başka bir şey çıkmaz!” buyurdu.” [1]

Evet…

Hadisler yazılı olarak gelmemiş olsaydı ibadet adına her ne varsa dedelerimizden öğrenecektik… Ki yanılma ihtimalleri yüzde yüzdü… Bu nasıl bir din ki yazılı belgesi yok derlerdi…

Sahabelerin hadisleri o tarihte yazmış olmaları her ne hikmetse birileri tarafından bir türlü kabullenilmek istenmiyor…

Batının Müslümanların ellerindeki Kur’anın doğru anlaşılmaması için hadislere atılan bu şüphe tohumu maalesef bazı Müslüman! Kesimler tarafından kabul gördü…

Bu kişiler hadislerin yasaklanması hadisini dillerinden düşürmediler… Adama sormazlar mı hadislerin yazımının yasaklanması hadisi size ne ile geldi! Yazı ile gelmedi mi?

Kıldığınız sabah namazının rekât sayısının ravisi kim? Dedeniz mi? Hadisleri devre dışına almak kilisenin projesi değil mi? Siz farkında olmadan kiliseye hizmet etmiş olmuyor musunuz?

Hadisler kişiyi Allah’a daha çok yaklaştırmıyor mu? Neden Allah ile aranı düzeltecek hadisler sana bu kadar soğuk geliyor?

Ey insan..!

Karar ver! Peygamberimizi hayatınızın her karesinde örnek almak istiyor musunuz istemiyor musunuz?

[1] Ebu Davud: İlm 3, (3646)

habervaktim.com
Müslüman Irkçı Olamaz – Cemal Nar
Yazarın Tüm Yazıları »

Din nasıl ırkçılığa düşmansa,  ırkçılar da İslam dinine o kadar düşmandırlar. Irkçılık ilkelliğini yasaklayan ve horlayan bu dini, ırkçıların sevmemesi ve ona düşman olmaları anlaşılır bir durumdur. Zaten her günahta küfre giden bir gizli yol vardır. Şimdi biz gizli yolları bırakarak çok açık ve net bilgiler vereceğiz.

Soralım; dine düşman olanın o dinle bir ilişkisi kalır mı?

Dini beğenmemek, dinin emirlerini çirkin görmek, dine ters düşen inanç ve ilkeler, kanunlar edinmek, dinin kısmen de olsa bu çağın ihtiyaçlarını karşılayamayacağına, insanları ve milletleri geri bırakacağına inanmak, dini yaşadığı için dindarlardan gıcık kaparak onları sevmemek, kafirleri Müslümanlardan daha çok severek üstün tutup tercih etmek, laik kanunları alıp Allah Teâlâ’nın kanunlarını hayattan ve uygulamadan bilinçli olarak atmak, evet bütün bunlar ve benzeri inanç ve davranışlar, insanı dinden çıkarıp kafir eden hususlardır.

Biz “İnançta Arınma” kitabımızda bu çağdaş irtidadı uzun uzun yazdık. Sırf laik kanunları benimseyip kabul etmenin bile nasıl bir kafirlik olduğunu bir çok kitabımızla beraber “Laiklik Sorgulaması” ve “Sistem ve Şeriat” kitaplarımızda delilleriyle birlikte açık seçik uzun uzadıya yazdık. Bunları başımıza saran Batılılaşma hareketlerinin nasıl bir imansızlığı neticelendirdiğini bir seri halinde yedi kitapta yazdık çok şükür. Konu için o kitaplar çok önemlidir deyip geçelim.

İşte bu sebeplerden ötürü bu zamana kadar okuduklarımızdan ve dinlediklerimizden edindiğimiz bilgilere göre bütün ırkçılar dinden az çok uzaktırlar. Bunun tabii olmasından daha doğal ne olabilir? Bir insanın, aklını, düşüncesini, duygu ve davranışlarını sevmeyen, yeren, hatta lanetleyen bir dini, bir inancı sevmemesinden, ondan nefret etmesinden daha normal ne olabilir?

Asıl şaşılacak olan bunun tersi olan inanç ve tutumlardır. Zira dindar bir ırkçı görürseniz biliniz ki o ya zır cahildir. Belki bilgi ile kurtulabilir. Ya da bir ahmaktır, dini de, ırkçılığı da anlamamış demektir. Maalesef ahmaklığın tedavisi yoktur. Veya asıl duygularını gizleyen ve bununla gizli maksatlar peşinde koşan kötü bir istismarcıdır. Bu tür takiyyecilerde din ve inanç yokluğu kadar, kişilik bozulması, şahsiyet parçalanması ve benlik yaralanması da vardır. Ruhu bölünmüş, aklı parçalanmış hasta tipler de ayrı bir gurubu oluşturabilirler.

Bazı kimseler bunu hala anlamamış olsalar da şu kesin bir hakikattir ki bu dine, bu millete, bu ümmete, hatta topyekun insanlığa en büyük felaket ırkçılıktan gelmiştir. Irkçılık ve onun tabii sonucu dinsizlikten yani!

Yaşadığımız son iki dünya savaşının asıl sebebi de bu değil midir?

Eğer dünya aklını başına alıp da yeterli tedbirleri acilen almazsa, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere dünyada ırkçılığın yeniden hortlaması gösteriyor ki, üçüncü dünya savaşı felaketinin de aynı sebepten kaynaklanacağı kuvvetle muhtemeldir.

Allah korusun!

habervaktim.com
Türkçülerin meylettiği müelliflerin medeniyet fikrindeki ârıza ve… – Ahmet Doğan İlbey
Yazarın Tüm Yazıları »

(Evvel emirde belirteyim ki gayem, Hadiümü’l Harameyn olan ve İslâmlaşınca millet olmak vasfını kazanan Türklerin idrakini bir asırdır ve hâlen karıştıran laik Türkçülüğün ârızalarını göstermek. Bu mevzuda yazdıklarımızda Türklük hüviyetine asla karşı bir anlayışımız söz konusu olamaz. Aksine, mensubu olmaktan şeref duyduğumuz Hilafet sahipliği yapan Türklerin bâtıl, yâni İslâm dışı tesbit ve tariflerden, seküler Türkçü ideoloji ve fikirlerden arındırılması çabası taşımaktadır)

Medeniyetin İslâm’ın maddî ve mânevî olarak tecessüm ettiği Medine modelinden neşet ettiğine, böyle bir medeniyetin varlığında siyaset ve toplum yapısının fıkıh ahkâmına göre seyreden bir tekâmül olduğuna inandığımızı ölçü alarak Türkçü akımın meylettiği bazı müelliflerin medeniyet fikrindeki ârıza ve farklılıkları tahlil ve tenkid denemesi yapmak istiyoruz.

Evvel emirde belirtelim ki Türkçü ifadesinden kastımız, Türklüğe dair dünya görüşlerini laik / seküler zeminde sürdüren anlayış etrafında hareket eden cemiyetlerdir.

TÜRKÇÜLER GÖKALP’TEN TEVARÜS ETTİKLERİ MEDENİYET FİKRİNDE SABİT…

Türkçülerin hâlen en temel düşünce aldıkları Ziya Gökalp, kültür (doğrusu irfan yahut maarif olması gerek) karşılığı kullandığı yavan ver soğuk bir kelime olan “Hars”la medeniyeti ayırarak medeniyet kavramının aslını, özünü değiştirmeye çalıştı. Batılı anlayış şemasına göre baktığı medeniyet, teknik vasıtaları, fen ve sanayi ürünleri, taklit ve değiştirme yoluyla bir halktan diğer halka geçtiğini ve sürekli geçebileceğini iddia etti.

Erol Güngör’ün keskin bir şekilde tenkid ederek çürüttüğü, kültür ile medeniyet arasında çatışma olduğunu savundu. Medeniyet milletlerarası ilişkileri arttırır, bilgi ve teknik transfer edilebilir. Oysa kültür harsîdir (millî demek istiyor). Medeniyet objektif hususiyetler taşıyan ilmî gerçekler, tarıma, sağlığa, ticarete, ekonomiye ve bayındırlığa ait kaideler ve aletler ile matematik ve mantık kavramlarının sahasındadır. Öyle ki medeniyet değiştirilebilir, aktarılabilir, hars değiştirilemez. Medeniyet sürekli değil, hars süreklidir.

Kültürle medeniyet arasında bir savaş vardır. Eğitim ve siyasetin gayesinin, bir kültürün mensubunu, yâni fertlerini medeniyetçi fertler olarak yetiştirmek olduğunu söyler. Türklere gösterdiği örnek de Anglo- Saksonlardır. Avrupalıların gelişmişliklerini medeniyetçi/ ferdiyetçiliklerine bağlarken, Doğu-İslâm milletlerinin “geri kalmalarını” toplulukçu/ cemaatçi/ kültürcü olmalarına) bağlar.

MÜMTAZ TURHAN GARB MEDENİYETİ CEPHESİNDE…

Gökalp’in şâkirdi Mümtaz Turhan’ın görüşlerinin zemini Kemalist Cumhuriyet inkılâbını bir vakıa hâlinde kavrayan ve bazı yanlışlıklar olan Cumhuriyet Batılılaşmasını muhafazakârlaştırmanın gerektiğine inanan bir düşünce hâkimidir.  Bundandır ki tenkidine yine “Garplılaşmanın neresindeyiz?” diye başlar.

Gökalp’i tenkid ederken, “kültürün değişebileceği” ve  Kemalist Cumhuriyetin “Mecburî veya Empoze Kültür Değişmesi” siyasetinin muvaffak olamayışına karşı yine aynı zeminde “çözüm” bulmaya çalışmasıdır. İslâm medeniyet ölçüleriyle bakıldığında bu tez temelden yanlıştır. Çünkü bu bakış, eğitimden ilim ve medenî tekamülün esaslarına Batı’nın medeniyet ve ilmî zihniyetiyle ıslahat düşüncelerinden öte bir şey ifade etmez.

Mümtaz Turhan’ın “Serbest kültür değişmesi”  düşüncesi problemlidir. Onu bir hayli aşan ve hattâ kültür ve medeniyet anlayışında bile ayrılan şâkirdi Erol Güngör’ün “Teknolojiye Gandhi hariç kimse direnemedi” sözündeki eklektik düşünce dışında Gökalp’ten de Turhan’dan da olabildiğince ayrı, yâni yerli düşündüğünü söyleyebiliriz.

Turhan’ın da İslâm toplumuna Batı’nın “teknik-biliminin” nasıl taşınmasından meselesinden hareket eder, fakat bu taşınma ameliyesinin zemini sekülerdir. İslâm bütünüyle belirleyici değil. Gökalp’ten ayrıldığı nokta, toplumun Cumhuriyet kadrosunun tepeden inme ideolojik târiflerinin gereksiz olduğu noktadır. Gökalp’in “Türk milleti, İslâm ümmeti, Garb medeniyeti” üçlemesindeki çelişkilere büsbütün düşmez. Ona göre, Anadolu’da yaşayan millet/dindarlık bir gerçektir. Fakat Cumhuriyet sistemini de bir ihtiyaç ve gerçeklik olarak kabul eder. Bu iki gerçek arasında taraf olmamış gibi görünür, net değildir.

Cumhuriyetçilerin “Empoze Kültür Değişmesi” siyasetini tenkid eder, ancak tekrar belirtelim ki zeminini vetayin edici amillerini net olarak belirtmediği “Serbest Kültür Değişmesi”ni mantıklı bulur. Mâlûmdur ki, moda ifadeyle “küresel kapitalizmin” ve durdurulamayan bir virüs gibi yayılan modernleşme dalgasının karşısında “Serbest kültür değişmesi” nin millî kültürleri daha da “dirençsiz” bırakacağı ortadadır.

Turhan’ın bir başka ârızalı bakışı da İslâm’ı ve dinimizden neşet ahlâkı ahlâkı, mezhebî inanışları milleti yapan en temel değerler olarak değil,  “kültür” sahası ve “kültürel unsur” şeklinde    değerlendirmesidir. Bu bakış, onun Batı “Garp uygarlığını” yerli medeniyet kavramı ile sentez yaparak târif etmesinden kaynaklanıyor. Garp medeniyetini “ilim- teknik- hak/ hürriyet nizamı” şeklinde kavradığı içindir “Garplılaşma” temelde karşı çıkılacak bir problem teşkil etmez. Kendi ifadesiyle “yerli-eski kültürün müesseselerinin Garblı / medenî müesseselerle intibakını serbest kültür değişmesi” yoluyla telif edileceğini savunur.

TÜRKÇÜLERİN BAŞTÂCI ETTİĞİ FAKAT MEDENİYET FİKRİNİ ALMADIĞI MÜELLİF: EROL GÜNGÖR

Günümüz Türkçülerinin çokça iktibas ederek fikirlerine meylettikleri bir aşka müellif de Erol Güngör’dür. Onun “Bir medeniyet her şeyden önce bir değerler, inançlar sistemidir.  Müesseseler bu değer ve inançların birer eseri olarak ortaya çıkar. O halde Müslümanların asıl bakmaları gereken şey iktisadî, askerî, siyasî vs. müesseseleri değil, onların gerisindeki zihniyettir. (…) Müslümanların temel doktrinini teşkil eden Kur’an ve hadisler bu dünyayı kendi maksatlarımız için devamlı tetkik etmeyi ve kullanmayı teşvik etmektedir…”   sözlerinden anlaşıldığı üzere medeniyeti, ağyarını mâni, efradını câmi bir târifle olmasa da İslâmî zemine oturttuğunu takipçileri bilir. Ne var ki düşüncelerini başucunda bulundurmalarına rağmen onun medeniyet anlayışını esas almayan Türkçü kuruluşlar eklektik ve seküler medeniyet tasavvurundan sıyrılmaya niyetli görünmemektedir.

Mümtaz Turhan’ın şâkirdi olup onu tenkid ve tekzip eden Erol Güngör ise, İslâm’ın Bugünkü Meseleleri kitabında İslâm’ı sadece bir kültür şeklinde değil medeniyet olarak da târif eder. Modern teknolojinin veya genel bir ifadeyle modernizmin dünyayı sürüklemekte olduğu uçuruma karşı bir engel koymak” tan, yâni İslâmî bakışla karşı bir duruş sergilenmesinin gerektiğinden bahseder. Fakat, “İslâm’ın modern teknolojiye karşı takınacağı tavır elbette ona karşı çıkmak olmayacaktır. İslâm ülkeleri, hemen istisnasız şekilde, modern teknolojiye intibak etmek gayreti içindedirler ve bunda herhangi bir dinî mahzurun bulunmadığını bilmektedirler” diyerek, Sait Hâlim Paşa, Mehmet Âkif gibi İslâm medeniyet fikrinde yerli zeminde kalarak Batı’nın ilerlemeci anlayış şemasında beis görmez.

“Her milletin tarih ve kültürünün o millete mahsus olduğunu kabul ettiğimize göre, her milletin modern teknolojiyi benimseme ve kullanma tarzının da kendine mahsus olacağını kabul etmeliyiz” ifadesiyle Batı “uygarlığının” teknolojisinin millî kültüre zarar vermeden alınabileceğini detaylıca izah eder.

Ne var ki, Güngör’ün de Medine’nin siyasî, fıkhî, içtimâî varoluşundan doğan medeniyet anlayışına tam olarak mutabık olamadığı görülmektedir. Medeniyetin sahasına kültürü de dâhil eder. Şeması böyle olsa da kültüre yüklediği muhteva yerlidir ve İslâm’ın her şeyini tayin ettiği bir millet kültüründen bahseder. “Kültür bir inançlar, bilgiler, his ve heyecanlar bütünüdür; yani maddî değildir. Bu manevî bütün uygulama hâlinde maddî formlara bürünür.”

Selefleri Gökalp ve Turhan’dan ayrıldığı hususlar onu İslâm medeniyet anlayışlarının içinde görmeye kâfidir.  Meselâ, seleflerinin bütünüyle karşı olmadığı Batı “uygarlığı”na bel bağlamaz ve teknik zaruretler olarak bakar. Seleflerinin, kültürü eklektik târif etmelerinin aksine o kültürü dinî zeminde oluşan, târih içinde şekillenen ve esaslarının çok da değişmeyeceğini belirterek, “Avrupalılaşmayı imkânsız kılan şey işte budur” diyor.

Bir ayrıntı olarak belirtelim ki Güngör, sıkça vurgu yaptığı “Kültürü koruma”dan bahsederken, milletin târih içinde değişerek aldığı formları fazlaca öne çıkarır. Bu vaziyette “kültürü koruma” nın öneminden bahsederken,  dinin bütünüyle denetleyici vasfını kısmen gözden uzak tuttuğu intıbaını verir.

MEDENİYET FİKRİ ALINMAYAN BİR BAŞKA MÜELLİF:  YILMAZ ÖZAKPINAR

Günümüz Türkçü hareketin, görüşlerine çokça atıfta bulundukları, fakat medeniyet fikrini almadıkları bir başka müellif de Yılmaz Özakpınar’dır. “Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi” kitabında ileri sürdüğü görüşlerini hülâsa ederek, bu müellifle zıt düştükleri noktaları göstermeye çalışacağız.

Özakpınar, kültür ve medeniyet, doğada kendiliğinden bulunmaz; insan ürünüdür. Medeniyet teorisinin hareket noktası budur. Bu noktadan hareketle “teori, refleks ya da içgüdü haricinde insanın yaptığı her davranışı, meydana getirdiği her şeyi kültür kavramı içinde görür. “İster medeni diye nitelendirilsin, ister ilkel diye nitelendirilsin, bütün insan toplumlarının kültürü vardır; kültürsüz bir insan topluluğu olamaz (…) insan her yerde ve her şartta, sırf biyolojik ihtiyaçlarını karşılama düzeyinde bile (…) kültür meydana getirir.”

Bu târifte problem yok. Ne var ki, Özakpınar’a atıfta bulunan, fikirlerini paylaştıklarını söyleyen günümüz Türkçülerinin “hars” dedikleri kültür anlayışıyla bu târifler uyuşmamaktadır. Yukarıda beyan ettiğimiz üzere Türkçüler kültürü inanç, ahlâk gibi değerler manzumesi olarak sayarak medeniyetten bağımsız olduğunu iddia ediyorlar.

Oysa, Özakpınar, medeniyetin dinden neşet eden inanç manzumesi olarak kültürleri için alıp değiştireceğini ve kendisine bağlayacağını ileri sürer. Ona göre inanç ve ahlâk nizamı medeniyettir. Doğa ve toplum hayatı içinde meydana getirilen her türlü eser kültürdür. Demek ki kültür aslında medeniyetin ürünüdür. Medeniyet, kültür eserlerini doğurtan, onların hedefini, istikâmetini, niteliklerini belirleyen seçici, sınırlandırıcı, değerlendirici, kuşatıcı bir inanç ve ahlâk nizamıdır. Kültür ve medeniyet, aynı mantık konumdaki hâdiseler değildir. Kültürler, eserler ve ürünleridir; medeniyet, onların arkasındaki inanç ve ahlâk nizamıdır.

Buna göre insan ürünü her oluşum bir kültürdür. Kültürün içine maddî yapısı olan oluşumlar, örfler, âdetler, kanaatler, fikir ve tutumlar, ideolojiler, bilimsel teoriler, sanatlar, şiir ve destanlar, soyut oluşumlar girer. Bu çerçevede Süleymaniye Câmii maddî yapısı itibariyle insan zihninin ürünüdür, maksadı ve fonksiyonu ise medeniyetin tezahürüdür.

Görüşlerinin nihai noktası Türkçülerin esas aldıkları Gökalp’in tezlerinin tam aksi istikametinde olup, çürütmektedir:

Bu çerçevede herhangi bir teknolojik ürün de maddi yapıya dönmeden önce insan düşünme ve çabasının sonucu olan, zihni olan bir faaliyetle belirlenir. Diğer değişle kültürdür. Teknolojik kapasite zihnî yani mânevî niteliktedir. Teknoloji transferleri medeniyet transferi değil kültür transferidir. Ziya Gökalp’in yaptığı ayrım yanlış bir kavramlaştırmaya dayanmaktaydı. Çünkü kültür, muhtevası duygu olsun ya da bilgi olsun, insan ürünü her türlü oluşumdur.

Gökalp’in medeniyet anlayışını yerle bir eden bu Özakpınar’ın medeniyet anlayışını yol haritası olarak sahiplenmeyen Türkçülerin eklektik zihniyetlerinden vazgeçmediklerini görülüyor. Okuyup sahiplenmedikleri “Bir Medeniyet Teorisi” nin esası şudur:

Özakpınar, kendine meyleden Türkçülerin aksine medeniyetimiz İslâm medeniyetidir diyor. İslâm’ın tek ve gerçek medeniyet olduğunu; on birinci yüzyıldan itibaren Türk kültürünü yeniden yapılandıran bir inanç ve ahlâk nizamı olarak, Türk toplumunu bin yıl boyunca yoğurup şekillendirdiğini, hedefler tayin ettiğini, bu sebeptendir ki İslâm’ı Türk toplumunun ruhundan söküp atmanın mümkün olamayacağını söyler.

Dahası var; Türkçülerin elân sürdürdüğü eklektik ve sentezci medeniyet anlayışlarına seslenircesine Türkçülerin bir asırdır sürdürdüğü yanlışa işaret eder:

“Türk toplumu iki ayrı medeniyet, daha doğrusu iki ayrı ahlâk nizamı arasında kalıp ezilmek istemiyorsa, kendi medeniyetine sahip çıkmak zorundadır. Türk toplumunu haysiyet sahibi bir millet olarak yaşaması İslâm medeniyeti bilincini canlı tutmasıyla mümkündür. Hiçbir toplumun kendi inanç ve ahlâk nizamıyla birlikte Batı medeniyetine kabul edilmesi düşünülemez; esasen bu sosyolojik olarak imkânsızdır.”

TÜRKÇÜLER, CUMHURİYETİN MEDENİYET ANLAYIŞIYLA MÜTTEFİK…

Velhâsıl, Türkçü kuruluşlar, Gökalp’ten tevarüs eden medeniyet görüşlerini bünyelerinden atmaları gerektiğini idrâk etmedikçe, Batılı bir medeniyeti zorbaca ikâme eden Cumhuriyet devrimlerinin Müslüman Türk milletinin medeniyet değerlerine hasım olduğunu kavramadıkça sentezci medeniyet tasavvurlarıyla millet damarlarına girmeleri mümkün görünmüyor.

————————————

MEDENİYET DERGİSİ “TERKİP VE İNŞA” NIN 1O. SAYISI

İslâm medeniyet anlayışı üstünde fikir tâlimi ettiren, her sayısıyla medeniyetimizin bir veçhesi ve tezahürü hakkında dosyalar yapan, üstüne ölü toprağı atılmış medeniyet tasavvuru inşasının ufkunu açan TERKİP VE İNŞA DERGİSİ(terkipveinsa@gmail.com) Haki Demir, Metin Acıpayam ve Adnan Köksöken’in gayretleriyle Ocak 2016 / 1O. sayısı okuyucu huzuruna çıktı. Bu sayının mündericatı şöyle:

Adnan Köksöken / Takdim

Haki Demir  / İslâm ve Teşkilat

Ali Yurtgezen / Rekabetten Uhuvvete Dönmek İçin

Ahmet Doğan İlbey / Türkçülerin Meylettiği Müelliflerin Medeniyet Fikrindeki Ârıza ve Farklılıklar

İbrahim Sancak / Teşkilat Nedir?

Atilla Fikri Ergun / Halk için Devlet & Bir Suç Şebekesi Olarak Devlet

Nurettin Saraylı / Tabii Teşkilatlılık Hali

A. Bülent Civan / Teşkilat ve Müessese Üzerine

Muhtar Turan / Teşkilat ve Zeka

Şevki Karabekiroğlu / Zafere Götüren Teşkilat Modeli

Ebubekir Sıddık Karataş / Fert ve Teşkilat

Faruk Adil / Cemaat ve Teşkilat

Ömer Yılmaz / Devletsizlik Fikri

Ahmet Selçuki / Nizam-Teşkilat-Devlet

Osman Gazneli / Teşkilat ve Hayati

Metin Acıpayam / Medeniyet Akademisi Etrafında Müzik Külliyesi Teşkilat Modeli -2-

Abdullah Tatlı / Riyaset-Teşkilat-Mensubiyet

İlyas Taşkale / Teşkilatın Büyüme İstidadı

Selahattin Adanalı / İslam’ın Teşkilata Verdiği Kıymet

Fatih Mehmet Kaya / Teşkilat ve Kurucu Şahsiyet

yeniakit.com.tr
Yavuz Sultan Selim sünni Memlüklüler’e neden savaş açtı?

Mustafa Armağan’ın konu ile ilgili yazısı:

Yavuz Sultan Selim neden Sünni bir devlet olan Memlüklerin üzerine savaş açıp Müslüman kanı dökülmesine sebep oldu? Bu soru o kadar sık sorulur ki, cevabı sorunun şiddetinden gizlenmiş gibidir. Haklı mı haklı.

Ancak bu soru, gerçekte Osmanlı’nın boş yere Müslüman kanı döktüğünden bahisle ne kadar İslamî bir devlet olduğunu sorgulamaya yönelik bir tuzaktır. Dikkatli olunması gerekir.

İlk olarak 2005 Ocak’ında gündeme getirdiğim Portekiz tarihine ait bir bilginin bu soruya en kesin cevabı oluşturduğu kanaatindeyim. Bazı noktaları tekrarlamak pahasına ama yeni bilgileri de ekleyerek bu çarpıcı projeyi, içinde bulunduğumuz aziz mübarek günlerde yeniden hatırlamanın çok önemli olduğuna inanıyorum.

Gerçekten de Yavuz’un 1516’da Suriye-Mısır seferine çıkmasının arkasında ne yatıyordu?

Düz bakarsanız tarih size sırlarını açmakta cimri davranır. Onun mahremiyetine agâh olabilmek için mutlaka biraz girintili çıkıntılı bakışlara ihtiyacımız vardır. Bu yazıda bir yandan Memlüklere neden sefer açıldığını anlamaya çalışırken, öbür yandan geçmişteki olayların en az bugünküler kadar karmaşık olduğunu göstermeye çalışacağım.

Peki 1516 yılında “Ortadoğu”da neler olup bitiyordu?

Neler olmuyordu ki? Yeni bir aktör girmişti denkleme. Portekiz, Avrupa’nın yeni ileri karakolu olarak Hint Okyanusu’ndadır ve Kızıldeniz’e de usul usul sokulmaktadır.

Devrin kaynakları, 1507 yılının Arap tarihinin en karanlık yılı olduğunda birleşmektedirler. Portekiz gemileri, Kızıldeniz’e selamsız sabahsız girebilmekte, Basra Körfezi’nin ağzında bulunan Hürmüz Adası’nı işgal etmekte ve Yemen’i fethetmek için girişimlerde bulunmaktadır. Memlükler direnmektedir ama ne çare ki, deniz kuvvetleri yetersizdir. Sonunda Osmanlılardan yardım isterler. 1510’da II. Bayezid, 30 gemiye yetecek kadar kereste, demir, silah ve malzeme yollar Kahire’ye. Ancak bu malzemeler daha yoldayken Rodos Şövalyeleri’nin eline geçer. İslam dünyasının kalbine yönelmiş olan Portekiz mızrağını püskürtebilmek için bir yıl sonra daha büyük bir yardım paketinin üzerinde “Gönderen: Osmanlı” yazmaktadır.

Tehlike gerçekten de korkunçtur. Portekiz’in Hint Okyanusu’ndaki kuvvetlerinin başı Albuquerque’in gözü dönmüş, Goa, Malakka gibi kaleleri ele geçirdikten sonra Kızıldeniz’e çevirmiştir gemilerinin burnunu. Hedefi, “Rumî”lerin kökünü kazımaktır. Tabii ancak Rumî’nin Osmanlı levendi anlamına geldiğini biliyorsak bu komutanı neyin korkuttuğunu anlayabiliriz. Anadolu’dan, Kayseri’den, Karaman’dan vs. gönüllü olarak buralara gelen Osmanlı askerleri, Cidde ve Yemen’de Portekiz kuvvetlerine karşı direnişi örgütlüyor, yeni savaş teknik ve taktiklerini yöre halkına öğretiyor, Akdeniz’de kazandıkları tecrübeyi dindaşlarıyla paylaşıyordu. Demek ki, Portekizlilerin Rumilerimizden ödleri kopuyormuş.

Yukarıdaki düşüncelerini ifade ederken “Kızıldeniz’e gidip de bu halkı Rumî denilen yaratıkların var olmadığına inandırmadıkça” der ve devam eder: “Majestelerinin tebası için bu bölgelerde ne güven, ne de barış olabileceğini saygıyla bildiririm.”

Albuquerque’in niyeti gerçekten de kötüydü. Müslümanları kutsal topraklardan atmak için sinsice bir plan hazırlamış ve 1 Nisan 1512’de krala yazdığı mektupta niyetini açıkça ilan etmişti. Kızıldeniz ve Basra Körfezi’nde giriş çıkışları kontrol altına almak, Yemen’de Aden’i ele geçirmek, Nil Nehri’nin yanında bir kanal açarak Mısır’ın kuraklıktan kırılmasını sağlamak ve ve en önemlisi de Mekke’yi düşürüp Kâbe’yi yerle bir etmek, dahası, Medine’deki “Hz. Muhammed’in mezarını Hıristiyan topraklarına kaçırmak.”

Lakin korktuğu çok geçmeden başına gelecek, Albuquerque’in “yaratık” dediği Rumîler onun hevesini kursağında bırakacaklardır. 1513 yılında büyük ümitlerle ve korkunç planını uygulamak üzere çıktığı seferden eli boş dönecek, geri çekilecektir. Başarmış olsaydı, Allah korusun, Mekke ve Medine dahil İslam’ın kalbi Hıristiyan çizmelerine teslim olmuş olacaktı. Zaten savaş sırasında Cidde dahil harap olmamış liman kalmamış gibiydi Kızıldeniz’de.

Ancak öyle çabuk pes edecek adamlardan değildir komutanımız. 20 Ekim 1514 tarihinde Kral Don Manuel’e yazdığı başka bir mektupta Yemen’deki Aden’in işgalini, 4-5 bin askere ihtiyacı olduğunu söylemekte, bölge hakkında bilgi vermekte ve Cidde’ye yakın Fersah Adası gibi birkaç üsleri bulunduğundan bahisle zamanında hareket edilirse Cidde, Mekke ve Süveyş’in ele geçirilmesinin iyi olacağını savunmaktadır.

Portekizli komutan mektubunda şunları da söyleyecektir:

“400 Portekizli süvarinin Cidde yakınlarına inmek üzere birkaç tafari’ye (tekneye) binmeleri, Cidde’yi ele geçirmeleri, sonra Mekke’ye ilerleyip şehri ve Mukaddes Emanetleri soyup soğana çevirmeleri, nihayet Medine’de Peygamber Muhammed’in mezarının Avrupa’ya kaçırılması ve Kudüs’te Makam-ı Mukaddese’ye karşı rehin olarak Avrupa topraklarında tutulması kolay bir iştir.”

Bu korkunç plan bir bakıma Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkma projesini andırmaktadır. Ebrehe ticaretin Yemen’e akması için Kâbe’nin yıkılmasını öngörüyordu, Albuquerque ise Mekke’nin yerle bir edilmesinden sonra Efendimiz’in (sas) naaşına dikmiştir gözünü. Onu Müslümanlara karşı bir rehine gibi kullanacaktır.

Kararlıydı Albuquerque. Şah İsmail dahil bölgenin bey ve şahlarıyla bir ittifak kurmaya çalıştı. Memlüklerin elindeki kutsal toprakların ele geçirilmesi en büyük hedefiydi.

Ancak bu çağdaş Ebrehe’nin karşısına bu kez Yavuz çıkacak ve Memlüklerin bölgeyi koruyamayacakları açık hale gelince kuvvetlerini buraya yoğunlaştıracaktı. Albuquerque 16 Aralık 1515’te projesini gerçekleştiremeden öldü.

İşte Yavuz, Memlükler üzerine yapacağı sefere, Mekke-Medine yıkımlarının havalarda uçuştuğu bir ortamda karar verdi. İslam’ın kalbini korumak için sefere çıktı. Nitekim bu seferin niye açıldığını Hasan Can’ın gördüğü bir rüya açıklar bize.

Hangi rüya mı? Yavuz’un rüyasında Hasan Can’ın rüya gördüğünü gördüğü rüya! Ve günaydın!

Osmanlı tarihi bir dünya tarihidir ve sadece iç kaynaklarla açıklanamaz.

Osmanlı tarihi bir maneviyat tarihidir ve sadece maddi sebeplerle de açıklanamaz.

Mustafa ARMAĞAN/ (2012)

isbirlikcilericimizde.wordpress.com

İşbirlikçi Hainler

Yakınları terör sanığı paşalar

Vakit şok bir listeye ulaştı. Listeye göre TSK bünyesinde general, albay ve daha başka rütbelerdeki onlarca subayın PKK, Dev-Yol, TKP/ML ve DHKP/C gibi terör örgütüne üyelikten yargılanan akrabaları var…
26 Temmuz 2010 Pazartesi 22:32

FURKAN ALTINOK’un haberi

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un oğlu Murat Başbuğ’un Hasan Lala adlı bir PKK sanığı ile arkadaşlığıyla ilgili  “Başbuğ’un oğlu PKK sanığı ile” başlıklı haberi gündeme bomba gibi düşen Vakit, şimdi de bir şok listeye ulaştı.

Listeye göre, TSK bünyesinde general, albay, yüzbaşı rütbesinde onlarca subayın PKK, Dev-Yol, TKP/ML gibi terör örgütlerine üye akrabaları var. Vakit’in ulaştığı listede, hangi subayın hangi yakınının hangi yasadışı örgüt üyesi olduğu sıralanıyor. Listede bu subay yakınlarının TC numaralarının yanı sıra, tüm yasadışı faaliyetlerine dair bilgi yer alıyor. Listede 10’a yakın general, onlarca albay ve çok daha fazla sayıda binbaşı, yüzbaşı ve başçavuş rütbesinde subay ve astsubayın adı geçiyor. PKK’dan Dev-Yol ve TKP/ML’ye kadar pek çok terör örgütü isminin geçtiği listede, subayların bu kişilerden kimisi kardeşi, kimisi eniştesi, kimisi kuzeni… Bu subay akrabalarının birçoğu PKK üyeliğinden hüküm giymiş. Ve daha neler neler…

BU İSİMLERE GÜVENLİK
SORUŞTURMASI YAPILMIYOR MU?

Subay ve astsubayların uzaktan akrabalarının bile didik didik araştırıldığı; bu araştırmalar neticesinde binlerce subay ve astsubayın “irticai faaliyet”ten yargısız sualsiz ihraç edildiği TSK’da, yasadışı sol ve bölücü örgütlerde görev alan akrabaları bulunan personel hakkında ne gibi işlem yaptığı sorgulanıyor. http://isbirlikcilericimizde.wordpress.com/ adresli internet sitesinde yayına konulan listede adları yer alan subaylar ile subayların yakınları oldukları iddia edilen kişiler şöyle:

TÜMGENERAL TEVFİK
ÖZKILIÇ’IN YAKINLARI
Bacanağı Cemil Polat: Terör örgütü PKK’ya yardım ve yataklıktan gözaltına alınmış, teröristbaşının avukatı sıfatıyla duruşmalara katılmış.

TUĞGENERAL ALPARSLAN
ERDOĞAN’IN YAKINLARI

Dayısının oğlu Adil Korkmaz: Yasadışı Dev-Genç örgütü üyesi. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 Nolu Askeri Mahkemede yargılanmış.
Eşinin kuzeni Zümrüt Öztürk: Yasadışı TKP/ML örgütü üyesi.
Eşinin kuzeni Güneş Terzi: TÖBDER üyesi olan Güneş Terzi, görev bırakma, izinsiz gösteri düzenlemek, kamu düzenini bozmak ve çeşitli ideolojik faaliyetlerinden dolayı Sıkıyönetim Komutanlığı Erzurum 1 nolu Askeri Mahkemede yargılanarak hapis ve ağır para cezasına çarptırılmış.
Bacanağı Yavuz Usanmaz: HADEP Ardahan İl başkanlığı yapmış, hakkında terör örgütü PKK sempatizanı olmak, örgüt militanlarına yardım ve yataklık etmek, örgüt adına köy komiteleri ve meclisleri oluşturmak suçlarından dolayı Ardahan Cumhuriyet Savcılığı’nca yasal işlem yapılmış.
Eşinin kuzeni İbrahim Ekinci: 15 yıl hapse mahkûm olan bir TKP/ML mensubu.

TÜMGENERAL ALAEDDİN
ÖRSAL’IN YAKINLARI

Yeğeni Osman Örsal: Yasadışı terör örgütü THKP/C üyesi. Çeşitli cezalara çarptırılmış bir isim.
İbrahim Ulvi Demirel: Yengesinin kardeşi. Terör örgütü PKK’ya yardım ve yataklıktan hakkında yasal işlem yapılmış bir isim.

TÜMGENERAL ÜMİT
ŞAHİNTÜRK’ÜN YAKINLARI

Amcaoğlu Metin Şahintürk: Yasadışı TDKP / DEV-SOL örgütü üyesi. Yasadışı TDKP örgütüne üye olmak, mevcut anayasal düzeni değiştirmeye yönelik faaliyetlerde bulunmak suçundan Zonguldak Kdz. Ereğli ilçesinde gözaltına alınmış.
Amcaoğlu Sedat Şahintürk: Yasadışı DHKP/C – DEV-SOL militanı. 1986 yılı içersinde DHKP/C davasında göz altına alınmış.
Bir diğer amcaoğlu Zafer Şahintürk: DEV-SOL örgütü militanı. 5 yıl ağır hapis cezası ile cezalandırılmış.
Halaoğlu Mehmet Fatih Sönmez: Çeşitli tarihlerde Adana ve diğer illerde adam öldürmek, silahlı eylem yapmak, banka soymak, bomba atmak, bildiri dağıtmak, bombalı pankart asmak, ideolojik maksatla adam kaçırmak suçlarından Adana Synt. Kom. lığı askeri mahkemesince ömür boyu hapse mahkûm edilmiş.

TÜMGENERAL NAZIM
ALTINTAŞ’IN YAKINLARI
Gülçin Akyüz: Kuzeni. Yasadışı MLKP/KGÖ örgüt yanlısı.
Yunus Dillioğlu: Annesinin amcaoğlu, 5 yıl hapis alan bir TKP örgütü üyesi.
Emrullah Dillioğlu: Annesinin amcaoğlu, anayasal düzeni yıkma amacında olan TKP ve Dev-Sol terör örgütü üyesi. Birçok kez tutuklanmış.
Haydar Ülker: Annesinin dayıoğlu, anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye kastetmekten 5 yıl hapis cezası alan THKP/C örgüt mensubu.
Hayriye Ülker: Annesinin dayı kızı, yurtdışına çıkışı yasaklanan DHKP/C terör örgütü üyesi.
Mahmut Yoloğlu: Dünürü, PKK uzantısı AlaRızgari örgütü üyeliğinden sorgulanmış bir isim.

TÜMGENERAL RAİF
AKBAŞ’IN YAKINLARI
Yeğeni Fehime Bahçecioğlu: Suriye adına casusluk yapan Ecevit Bahçecioğlu’nun yengesi. THKP/C üyesi Ecevit Bahçecioğlu, aynı zamanda HADEP delegesi.
Yengesinin kardeşi Münir Hocaoğlu: İdam cezasına çarptırılan THKP/C mensubu.
Salih Tümkaya, halasının damadı: Yasadışı MLKP örgütü adına Hatay-İskenderun’a bağlı belde ve köylerde çeşitli bildiri ve afiş dağıtmaktan gözaltına alınmış.
Meriç Mirioğlu, yeğeni: Bölücülük yaptığı gerekçesiyle kapatılan Anadolu Üniversitesi Yeni Öğrenci Derneği üyesi.

TUĞGENERAL HÜSMEN
AKDENİZ’İN YAKINI

Kuzeni Osman Arda: Yasadışı sol örgütlerden Dev-Sol adına yürüttüğü faaliyetlerden ötürü birçok kez soruşturma geçirmiş.

TUĞGENERAL ÜNAL
AKBULUT’UN YAKINLARI

Nuran Akbulut, yengesi: 12 Eylül öncesi ideolojik olaylara karışmış, 28.11.1978 tarihinde ideolojik nedenle darptan Cumhuriyet Savcılığınca hakkında yasal işlem yapılmış.
Muzaffer Atasoy, kuzeni: Devrimci Öğretmenler Grubu mensubu. Amasya Gümüşhacıköy Asliye Ceza Mahkemesinde yargılanarak ağır para cezasına çarptırılmış.

Bekir Kaya, kuzeni: Yasadışı THKP/C örgütünün uzantısı olan Dev-Sol mensubu, örgütsel faaliyetlerinden dolayı 27.11.1980 tarihinde Sıkıyönetim Komutanlığınca tutuklanmış ve Askeri Mahkeme’de yargılanmış.
Muharrem Akbulut, kuzeni: 12 Eylül öncesi ODTÜ öğrencisi olup ODTÜ’deki anarşi olaylarına karışmış ve bundan dolayı da 12 Eylül sonrası Sıkıyönetim Komutanlığınca gözaltına alınmış bir isim.
Güner Kizir, kuzeni: Yasadışı TDKP örgütü mensubu. PKK örgütü lehine slogan atıp ateş yakanlar arasında yer almış.

Hüseyin Alpaslan, kuzeni: Yasadışı THKP/C Dev-Yol örgütü mensubu. Amasya Gümüşhacıköy Sulh Ceza Mahkemesinde yargılanarak ağır para cezasına çarptırılmış.
Yaşar Akça, kuzeni: TÖBDER üyesi olarak 24.08.1979 tarihinde güvenlik kuvvetlerine taşlı, sopalı, silahlı saldırıda bulunmak ve slogan atmaktan dolayı hakkında yasal işlem yapılmış.
İsmail Alpaslan, kuzeni: THKP/C mensubu.

Aşur Yılancı, kuzeni: Devrimci İşçi Köylü Gençlik Derneği üyesi olup 25.10.1978 ve 26.02.1979 tarihlerinde ideolojik darptan tutuklanmış.
Vaner Alkaç, kuzeni: Yasadışı THKP/C Dev-Yol örgütü mensubu.
Canan Doğan, kuzeni: Yasadışı TKP/ML örgütü mensubu.
Gürsel Karadağ, yengesinin amcası: Yasadışı THKP/C Dev-Yol örgütü üyeliğinden hakkında yasal işlem yapılmış.

Subay ve astsubayların uzaktan akrabalarının bile didik araştırıldığı, bu araştırmalar neticesinde onlarca, yüzlerce subayın “irticai faaliyet”ten sorgusuz sualsiz ihraç edildiği TSK’da, nasıl oluyor da akrabaları terör örgütlerinde yer alan personel için bir işlem yapılmıyor?..
Diğer komutanların yakınları

ALBAY ABDÜLNACİ GERÇEK’İN YAKINI
Mustafa Düzgün, eşinin amcası: Terör örgütü PKK üyesi.

ALBAY ABUZER TAŞTAN’IN YAKINLARI
Halil Taştan, amcaoğlu: PKK’nın dağ kadrosundan.
Ali Taştan, amcaoğlu: PKK’nın dağ kadrosundan.
Mehmet Emin Taştan, amcaoğlu: PKK’nın dağ kadrosundan.

ALBAY AYTEKİN TURAN’IN YAKINI
Dayısı Servet Yaşar: PKK terör örgütü üyesi.

ALBAY BEKİR İGAN’IN YAKINLARI
Dayısı Nusret Ülker: Terör örgütü PKK üyesi.
Kuzeni Nusret Bakış: Terör örgütü PKK üyesi.

ALBAY HAŞMET REFİK OKUTAN’IN YAKINI
Kardeşi Hüdaverdi Okutan: Dev-Yol üyesi.

ALBAY KUBİLAY BALOĞLU’NUN YAKINI

Eniştesi Burhan Çiftçi: Terör örgütü PKK üyesi.

ALBAY RAFET YAVUZ’UN YAKINLARI
Eniştesi Tacettin Öztürk: PKK üyesi, ağır hapis cezaları almış.
Eniştesi Serhat Öztürk: PKK üyesi, çeşitli bombalama olaylarına karışmış.

ALBAY SERVET HERDEM’İN YAKINI
Kardeşi İhsan Herdem: Dev-Sol üyesi.

ALBAY SEYFETTİN ERYILMAZ’IN YAKINI
Eniştesi Süleyman Yelim: Terör örgütü PKK üyesi.

ALBAY ZAFER KARAKÜTÜK’ÜN YAKINI
Cemal Kılıç, kuzeni: Yasadışı Dev-Yol üyesi.

ALBAY İBRAHİM BACAK’IN YAKINI
Kuzeni Dursun Bacak: Terör örgütü PKK üyesi.

ALBAY İLKER HANÇER’İN YAKINI
Eniştesi Aziz Koç: Yasa dışı Dev-Sol üyesi.

ALBAY MEHMET BAHADIR URHAN’IN YAKINLARI
Eniştesi Fadıl Ay: PKK üyesi.
Eski eşi Zekiye Urhan: Terör örgütü PKK’nın İzmir’deki yapılanmasında önde gelen isimlerden, kağıt üzerinde boşanmışlar, ancak aile hayatlarını sürdürdükleri iddia ediliyor.

ALBAY CABİR DENİZ SEYRAN’IN YAKINI
Kardeşi Ali Seyran: PKK üyesi. 1918SA/33 : S : Kaçakçılığın men ve takibine dair kanun kapsamında ağır para cezasına çarptırılmış.

ALBAY NUSRET HATIRNAZ’IN YAKINI
Yeğeni Devrim Hatırnaz: DHKP/C üyesi.

ALBAY İ.HAKAN AKMAN’IN YAKINI
Kuzeni İlhan Kamil Turan: THKP/C ve DEV-YOL üyesi.

BİNBAŞI İSMAİL ERSÖZLÜ’NÜN YAKINLARI
Karısının dayısı Hüseyin Erbil: PKK üyesi.
Kayınvalidesi Fidan Özbey: PKK üyesi.

ALBAY ÇETİN ÖZBEK’İN YAKINI
Abdulaziz Karabağ, kuzeni: Çeşitli bombalama olaylarına karışan PKK üyesi.

HAK. KD. ALB. ALI RIZA BILDIK’IN YAKINI
Amcası Şeyho Bildik: PKK üyesi olmaktan Adıyaman Cumhuriyet Başsavcılığı’nca tutuklanmış. Şeyho Bildik aynı zamanda Adıyaman HEP merkez ilçe teşkilatı üyeliği de yapmış. Ayrıca, THKO örgüt mensuplarına Malatya bölgesinde silah temin etmekten ve bunların faaliyetlerine iştirak etmekten dolayı yakalanarak tutuklanmış.
Kuzeni Keko Aykut: TKP/ML sempatizanı. Keko Aykut, yasadışı TKP/ML-TİKKO örgütü üyesi olmaktan tutuklanmış.
Eşinin amcası Hasan Abuş: PKK’nın dağ kadrosunda görev yaparken daha sonra şehre inerek dağ ile irtibatı sağlayan şehir kadrosu militanlarından.

YÜZBAŞI GÖKŞİN AYTÖRE’NİN YAKINI
Amcası Musa Alkaş: PKK üyesi.

VAKİT
http://www.habervaktim.com/ sitesinden 06.01.2016 tarihinde yazdırılmıştır.

yeniakit.com.tr
TSK, % 50’yi dışlayıp, hep %15’i mi kucaklayacak?

İstiyorlar ki;

Devlet, % 15’lik solcuların olsun.

İstiyorlar ki;

TSK, sadece % 15’lik marjinal bir kesime saygı göstersin…

Onun için, Cumhuriyet gazetesinden İlhan Selçuk, Cüneyt Arcayürek ve benzerleri öldüğünde yakınlarına başsağlığı dileyen TSK’nın..

Halkın % 50 oyunu alan Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu’nun cenazesine katıldığı bir gazeteciye taziyede bulunmasına tahammül edemiyorlar..

% 50’yi, yok saymak istiyorlar..

Sırtlarını KOÇ ve Sabancı’ya dayayarak çıkardıkları gazetelerinde yer vermemeleri hiç sorun değil….

Onların istedikleri..

Dayattıkları..

Kendi gazetelerinde yok saydıkları gibi.. Devlet katında da, % 50’nin görmezlikten gelinmesi istiyorlar..

Bunun için de, % 50’lik kesimde gördükleri Hasan abi için..

Dün başlık atmışlar:

“Tartışılan başsağlığı”.

Hiç mi edep, hiç mi insanlık kalmadı sizde?

“Başsağlığı” tartışılır mı?

“Başsağlığı”nın neyi tartışılır?..

Başsağlığı dileyen, bu ülkenin ordusu..

Başsağlığı dilenen, bu topraklarda yetişmiş, 45 yıl gazetecilik yapıp, tek mahkumiyet almamış bir meslektaşınız..

Bu kadar mı adileştiniz..

Bu kadar mı çirkefleştiniz?

**

Siz, domuza başörtü çizerek (Turhan Selçuk), halkın inançlarına hakaret edeceksiniz..

Buna rağmen TSK size başsağlığı dileyecek…

Siz Başbakan’ın eşine adice hakaretlerde bulunacaksınız.. Buna rağmen o hakaretleri yapan yazarınıza (Cüneyt Arcayürek), TSK başsağlığı dileyecek..

Ama, TSK’ya, “Bünyenizdeki askerlerin annelerinin çok büyük çoğunluğu başörtülü.. Verilen şehidlerin anneleri, eşleri başörtülü.. Bu gerçeğe rağmen, niye orduevlerinde başörtüye yasak koyuyorsunuz” diyerek, haklı eleştiri yapan Hasan abiye başsağlığı dilenmeyecek..

Bu nasıl bir kafadır. Nasıl bir despotluktur?

Nasıl bir ahlaksız dayatmadır?

**

Samimiyetsizlik sadece sol kesimde değil.

Sol kesimi avucunda oynatan Gülen grubu da, aynı ikiyüzlü tavrı tekrarlıyor..

Kısa süre önce vefat eden Çetin Altan için, Fetullah Gülen başsağlığı dilemişti.

“Hasan Karakaya için de, başsağlığı beklentin oldu mu?” diyecek olursanız, hayır..

Ama önemli olan bizim beklentimiz değil.

Tutarlı olmak. Dürüst olmak..

Kendisini savunurken, İslamî ilkelerden hareket eden bir kişi..

Hangi inançta olduğunu tüm Türkiye’nin bildiği Çetin Altan’a başsağlığı diliyor da..

Medine-i Münevvere’de Rabb’ine kavuşan Hasan Karakaya’ya başsağlığı dilemeye eli varmıyorsa..

Bunda bir yanlışlık yok mu?

**

Burda vahim bir yanlışlık var da..

Bununla sınırlı kalınsa yine iyi..

Birde, sosyal medyada, adice iftiraları yayarak, Hasan abiye karalama yapmaya çalışıyorlar…

Sonra da, Zaman’daki hocalarına, “Karakaya’nın arkasından konuşulur mu?” diye başlık atıp, “Karakaya vefat etti; son iki yıldır Hizmet’e her türlü yalan, iftira ve zulmü reva görenlerin tamamı da ölecek” yazdırıyorlar..

Heyhat..

İftiranın kralı sizde, Ali Ünal..

Medine-i Münevvere’de, namazını kılıp, aynı saat diliminde vefat eden bir insana, o en alçak iftirayı atanlar, sizin yanınızda..

Sahi, bir düşünsenize..

Diyorsun ya, “son iki yıldır” diye..

“Son iki yıl”ın başlangıcını kim yaptı, Ali Ünal?

17 Aralık öncesinde..

Tüm yanlışlarınıza rağmen..

Bu gazetede size, ne denildi?

Hasan abinin yazdıklarına bakın, en ağırından, size ne yazıldı?

Tayyip Erdoğan’ın bile..

Size yönelik en sert.. En keskin nitelemesi: “karşı taraf” ifadesinden ibaret değil miydi?

17 Aralık hıyanetini yaptıktan sonrakileri ise..

17 Aralık’a imza atanlara soracaksınız..

Kol kola girdiğiniz, CIA ajanlarına soracaksınız..

Canınız pahasına iki yıldır savunduğunuz, ama hocanızın “Binde birini tanımıyorum” dediği polis müdürlerine soracaksınız..

Son sözüm de şu:

Tepedekilerin ibret alacağını sanmıyorum..

Amacım tabandakilerin uyanması..

Onun için hatırlatıyorum…

Ali Ünal diyor ya: “Hepsi ölecek” diye..

Amenna ve saddakna..

Hepimiz öleceğiz..

Ama Hasan abi örneğinde konuşursak..

Ne güzel ölüm o, hiç düşündünüz mü, Gülen’ciler..

Hasan abi, Medine-i Münevvere’de öldü.

Ama sizin taptığınız adam, görünen o ki: Bırakın Medine-i Münevvere’yi..

Vatanında bile ölemeyecek..

Sizin için belki bir kudsiyeti vardır ama..

Bizim için, “Pensilvanya’da ölmenin, hiçbir kıymeti yok, Ali Ünal!”

(Gelecek için iddialı konuşmaktan Allah’a sığınırım. Umarım, Pensilvanya’daki zat da.. Tövbe eder ve Medine-i Münevvere’de vefat eder.)

Bu makale 12.611

kez okundu

isbirlikcilericimizde.wordpress.com

İşbirlikçi Hainler

a